• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/profile.php?id=666228323
  • https://twitter.com/durancetin
Site İçeriği

Kültür Dünyamız videoları

LETONYA

Letonya; Yeşil Yeşil Yeşil Ve Temiz

Bir gezi; benim tarafımdan bilinmezlere doğru. Her gezi, her değişiklik, farklı yerleri görme telaşı herkeste olduğu gibi bende de başladı günler öncesinde. Buna heyecan diyemiyorum. Çünkü artık hayatın bana kazandırdıkları bazı heyecanları pas geçememe sebep oluyor.

Bu gezi için okuldan seçilen altı öğrenci belki de günlerce uykusuzluk yaşadılar, heyecandan farklı davranışlar içine girdiler, düşüncelerinde gidecekleri bilmedikleri yerin hayali, tanımadıkları insanlarla karşılaştıklarında ne yapacakları duygusu ve belki de birazcık korku ile geçirdiler günlerini.

Ve gidilecek gün gelip çattığında herkes sabah saat 07’de okulun bahçesindeydi. Aileler çocuklarını uğurlamak için buradaydı. Vedalaşmalar, sarılmalar, sevgi duygusunun heyecan ve şimdiden özlemle karışık buruk gönüller, ağlamaklı yüzler, yaşlarını gizleyen gözlerle dakikalarca kucakladılar çocuklarını. Kaşından gözüne inanmadıkları çocuklarını ülke dışına bırakabilmek Türk aile yapısı içinde öyle kolay değil. Aynı duygusallık Konya hava alanında da sürdü. Allaha emanetten sonra çocuklarını öğretmenlerine emanet ederek, “ne olur kendi çocuğunuz gibi bakın”, diye yalvaran bakışlarla bir kez daha ciğerden gelen ılık bir sevgi ile kokladılar.

Öğretmenler de üzerine aldıkları yükün farkındaydılar. Kendi çocukları gibi koruyacakları, gözü gibi bakacakları kaçınılmazdı.

Eyüp Özcan Bey sorumluluğunu aldığı öğrencilerine bir baba şefkati ile yaklaşmayı daha hava alanından ayrılınca göstermeye başladı. Hep gözetip kolladı. Hep onların yanında olmaya çalıştı.

Ya Elif Küçüközmen, “anneciğim”, “çocuğum” demesi bir ana yüreğinin dışa vurumuydu. Doğrusu ona da yakışıyordu bu davranış. Kendi çocuğu bildi hepsini. Her işlerine koştu, her işlerini takip etti. Nerdeyse ağızlarına yemek koyacaktı. Kendinden çok çocukları düşündü. 

Hacı İbrahim Günden’e düşen de kollayıp gözeten, bildirilen ihtiyaçları anında gidermeye çalışan bir koruyucu baba rolü düşüyordu. Kendine has üslubu ile olması gereken yerdeydi yine. Hep “bizim orda” kıyaslamasını yaptı. E hani söyledikleri doğruydu aslında. Konuşmaktan geri kalmayan, düşündüklerini çok rahat söyleyen, ne deneceğinden daha çok ne diyeceğini önceleyen bir idareci portresiydi duruşu…

Adımlar ilk defa uçağa bineceklerde biraz daha farkıydı. Sabahın serinliği ile yüzümüze çarpan rüzgârın çıkardığı ses eşliğinde merdivenlerden tırmanıp koltuklarımıza oturduk. Daha önce uçağa hiç binmemiş biri olarak aslında ne olacağını merak etmiyor değildim. Anlatılanlara bakılırsa büyük bir gürültü ve ani havalanma sebebiyle kulaklarımızın uğuldayacağını hatta ağrı yapacağını bekleyerek şaşkınlık dolu bakışlarımla etrafımı, pencereden dışarıyı gözlüyorum. Uçak yürüdü bir otobüs gibi. Uzunca bir yol kat ettikten sonra çok gürültülü bir şekilde çalışmaya devam etti. Öfkeli birinin homurtularını andırır sesi arttıkça arttı. Derken koltuklara yapıştırırcasına büyük bir hızla ileriye fırladı. Çok geçmeden uçağın burnu havaya kalktı. Motor gürültüsüyle havalanmaya, yükselmeye devam etti. Yükseldikçe çaresizliğimi anladım. İşte, dedim çaresizlik bu. Hiçbir şey yapamazsın bir kaza esnasında. Elinden bir şey gelmez ve tamam…

Koskocaman bir metal yığını ya da kocaman bir varilin içindeyiz ve uçuyoruz…

İlk defa bulutların üzerinde olmak, beyaz dağların üzerinde yürümek gibi bir şey gördüklerim. Motor horultusunun eşliğinde pencereye dayanıyorum. Uzaklarda kalan yer görünüyor; yeşil sarı, kahve… Bölmeler gözüme çarpıyor, göller, ırmaklar bir ip gibi uzanıyor. Düz bir tepsi gibi uzanan, serilen, yayılan yer. Cılız bulutlar görünüyor ara ara; beyaz, çok beyaz, bembeyaz… Bulutlara üstten baktığım için beyaz diyorum içimden. Güneş ışıkları, güneşin hâkimiyeti belki de onları pamuk gibi yapan güneşin üzerlerindeki mutlak hâkimiyetiydi. Ufuk ya da ufuksuzluk var her yerde. Bazen en uzaklarda bulanık bir beyazlık var.

Yolculuk gibi bir duygu, yukarıya, üste veya alta. Uzay boşluğunu düşünüyorum. “Boşluk mu bu şimdi” diye mırıldanıyorum. Bu güzelliği ve aklın zorlandığı dehşet verici düzeni yaratanın gücünü hissetmek gerektiği aklıma bir kez daha düştü. Yere bakıyorum, düz bir tepsi Bu düzlükte dağlar sadece birer tümsek gibi görünüyor.

İstanbul’u yukardan seyretmek ne kadar etkileyici. Marmara, boğazlar ve haliç… Bir yılan gibi kıvrılan karanın iki yakası. Yeşillikler içine gizlenmiş boğaz. Akıp giden gemiler…

Solda şehir; kadim başkent İstanbul, sağda deniz, iniyoruz, iniyoruz. Karaya ayak basmayı çok arzuladığım gerçeği beni sarmaladı. Lastikle yerin buluştuğu an duyguların ani değişikliğe uğradığı zaman oluyor.

İstanbul’da hava açıktı yükseldikçe uzaklardaki puslu görüntü belirdi önce. Pilotun iyi uçuşlar dileğiyle bir derin dondurucu sesini andırır homurtulu yolculuk boyunca arkadaşımız oldu. Ve bir kez daha deniz uçsuz bucaksız. Sadece deniz…

Bu kez sağda deniz. Yol olmuş şerha şerha, yarılmış gibi. Sonra bir boşluk hissi, ne yapacağını kestiremeden düşmeye devam eden bir boşluk… Yükseldikçe artık sadece mavi var değişik tonlarıyla. Mavi, ufukta ağarmaya ve rengini açmaya meyilli.  Ebemkuşağı mı, gök kuşağımı desem ama renkleri sadece beyaz, mavi, hafif kızarıklık ve düzlük… Bu düzlüğün sonu yok.

Bulutlarla yer kürenin sarmaş dolaş olduğu bu görüntü hayret verici ve muhteşemdi. Buzul gibi bir hisle dilime buzlar bölgesi düşüyor. Beyaz ötesi buzullar ama yumuşaklık hissiyle sizi etkiliyor. Sahilde bir bardak çay yudumlamak gibi bir zevki bulutlar üstünde beyaz seyrederken hostesin verdiği çayda arıyorum.

Artık bulutlar yok hep bulut var. Sadece beyazlık. Sonsuzluğa götüren bir beyazlık. Bulut değil bunlar diyeceğiniz sürekli, yoğun ve aralıksız…

Merhaba Letonya

Letonya’nın üzerindeyiz. Başkent Riga aşağıda, ırmak, deniz ve göllerle sarmaş dolaş. Uçağın camından gördüğümüz bulanık Baltık denizi görüntüsü dikkatimden kaçmadı. Ve belki de biraz kahverengi.  Ülkenin başkenti Riga. Bazılarına göre Baltıkların Paris’i, en güzel şehri, tarihi dokusuyla farklı olduğu kadar güzelliğiyle de dimdik ayakta duruyor.

Letonya bize çok uzaklarda kuzeyde bir ülke. Küçücük. Tarihte birkaç kez bağımsızlığı yaşamış kaybetmiş. Türkiye, Letonya Cumhuriyetini 1925 yılında tanımış. Letonya'nın 1944 yılında Sovyetler Birliği’nce  önce işgal ve sonra ilhakını ise tanımamıştır. Sovyetler  Birliği'nin  parçalanması sürecinde 4 Mart 1990'da bağımsızlığını ilan eden Letonya ile  diplomatik ilişkilerimiz   3 Eylül 1991'de Riga'da yayınlanan ortak bildiriyle yeniden kurulmuş. Bir Polonyalılar, bir Almanlar bir Ruslar derken bu günlere ulaşmış. AB'ye 2001 yılında başvurup 2004 yılında jet hızıyla üye olmaları dikkate şayan. Ülkemiz yıllardır AB yolculuğundaki yolda tünelin ucunu bile görememişken Letonya, Estonya ve Litvanya’nın hemen alınıvermesi manidar geliyor bana. Gerçi burada Rus etkisinden kurtarma gibi bir politik düşünce de var olabilir. Zira ülkemizin gelişmişlik düzeyi Letonya’dan geri kalmaz.

1991’de Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını kazanan Letonya, yaklaşık 2,5 milyon nüfuslu bir ülke. Baltık kıyılarında uçsuz bucaksız sahiller. Ama soğuk sahiller. Kuzeyin soğukluğunu hemencecik hissetmeniz kaçınılmaz. Ülkenin her yerinde farklı ülkelerden gelen insanları görmeniz mümkün. Turizm açısından ilginç geliyor insanlara. Rusların yıllarca kalmış olması dışa açılamamış olması bu ilgiye sebep olabilir. 2004’te AB’ye üye olduktan sonra turizmi hızla gelişmiş.

Ülke nüfusu karışık. %58 Letonlar, %30 Ruslardan oluşuyor. Diğerleri ise Beyaz Rus
%4, Ukraynalı %2.5, Polonyalı %2.5, diğer %3. Ha bir de kadınların görülür bir çoğunluğu var. Leton ortağımız Livija’ya sorduğumda, son yıllarda boşanmaların arttığını söyledi. Bunun sebebini merak edip sorduğumda da, biraz düşündü ve ekonomik sebepler, dedi. Ama ben sadece ekonomik olduğunu düşünmüyorum.

Ekonomi demişken Letonya’daki gelişmelerden bahsetmek istiyorum. AB üyesi olmasına rağmen ekonomik kalkınmışlık beklenen düzeyde değil. Çelişkiler var. Para birimleri Lats, Euro’dan pahalı. 1 euro=0.68 Lats. 1 Lats=3 Lira civarında. Hayat ucuz sayılmaz. Türkiye ile kıyaslandığında pahalı bile sayılabilir. Letonlar, AB’ye girdikten sonra ekonomik durumlarının daha da kötüleştiğini söylüyorlar.

Riga          

Riga, kumlar üzerine kurulmuş bir şehir. Riga her Avrupa şehrinde olduğu gibi iki bölümden oluşuyor. Şehrin ortasından geçen Daugava Nehri Riga’yı şekillendiriyor. Eski Riga, şehrin tarihi bölgesi durumunda. Daugava Nehri kıyısında ve şehrin merkezi konumunda. Ortaçağa ait birçok tarihi eser var. Eski Riga’nın geniş olmayan yenilenmiş eski sokaklarında dolaşırken bir şok heykel ve figürler kâh binanın bir köşesinde kâh bir duvar üstünde ya da bir kilisenin tepesinde duruyor. Neredeyse her binanın ve kilisenin tepesine kedi, horoz ya da aslan heykelleri var. Eski Riga’nın en dikkat çekici yapıları arasında Riga Katedrali ve kiliseler var.

Bir de Daugava Nehri üzerindeki köprüler dikkat çekici. Şehrin yeni, yüksek ve modern yapılarıyla tarihi, kültürü birbirine bağlıyor. Ülkede yolsuzlukların yapıldığı da kulaktan kulağa yayılıyor. Hele bir köprü yapımındaki yolsuzluklar yüksek sesle dile getiriliyor.

Milda

 Riga'nın merkezinde bulunan özgürlük anıtı “Milda”, iki Dünya Savaşı arasında yaşanan ve sadece 20 yıl süren bağımsızlık döneminde dikilmiş. Anıttaki üç yıldız, ülkenin Kurzeme, Vidzeme ve Latgale bölgelerini simgeliyor. Özgürlük heykeli Letonyalıların gurur duydukları, anlatırken heyecanlandıkları, gözlerinin parladığı bir yer. Genişçe bir alanın ortasında duruyor. Geçmişi haykırıyor belki de. 1933 yılında yapılan, elindeki üç yıldızı havaya kaldırmış kadın anıtı, Riga’nın özgürlük sembolü. Anıt, Riga’ya gelen turistlerin uğramadan geçmediği yerlerden.

Riga’da her köşede bir kaç kişiden oluşan gurupların enstrümanlarla şarkı söylemeleri her yerden kulağınıza kadar ulaşıyor. Gelip geçenler bir kaç santim (Letonya’nın kuruşu) atıyor.

Riga’nın sokaklarını hızlı adımlarla dolaşırken baya ilginç gelen bir konu da dilenciler oldu. Bazen bir kilisenin kapısında, merdivenlere oturmuş önüne koyduğu kutuya para atılmasını beklerken bazen de elindeki kutuyu size doğru uzatarak yardım isterken görebilirsiniz. Az da sayılmazlar.

Özgürlük anıtının yanındaki parka giriyoruz. Ortasından akıp geçen küçük ırmakta ördekler yüzüyor. Ağaçlardan cıvıl cıvıl kuş sesleri yükseliyor. Küçük bir köprü üzerinden geçerken hepimizin dikkatini çeken bir olay yaşıyoruz. Köprünün her iki tarafındaki demir korkuluklar kilitlerle dolu. Son zamanlarda boşanmaların artmasıyla birlikte evlenenler ilk önce bir kilit satın alıp ayrılmamak üzere kilitleyerek anahtarlarını suya atıyorlarmış. Bu davranış, sadece burada değil ülkedeki her yerde yaygınmış. Hatta Daugava Nehri üzerindeki köprülerde de bu yoğunluk yaşanıyormuş. Parkta dikkat çeken ve Livija’nın anlatırken gözlerinin dolduğu anıt taş var. İlk kurşun buradan ateşlenmiş Ruslara karşı. O kurşun bağımsızlığa kadar götürmüş Letonları…

Lido

Şehirde çocuklarımızın eğlenmesi için çocuk parkının da içinde bulunduğu Lido’ya gidiyoruz. Livija Ambaine ve Jolanta Berkolte rehberliğinde geziyoruz. “Lido” bir lakapmış. Kendini halka adayan bir zenginin lakabı. Bir çok restoranları ve zinciri varmış. Baya bir ünü var bu ülkede…

Yapı bana ilginç geldi. Üç katlı restoran tamamen ağaçtan yapılmış. Her tarafı ağaçtan yapılan başka bir büyük bina belki de yoktur. Oldukça etkileyici aynı zamanda sağlıklı.

 Letonya ormanlar ülkesi. Her taraf ağaç ve sadece yeşil. O sebeple orman ürünleri ekonomilerinde oldukça ağırlıklı bir yerde. Kaldırım taşları yerine ağaçların yerleştirildiği bölgeler gördüm. Ağaçlarla kum bir araya gelince güzel ve farklı bir kaldırım yapılanması ortaya çıkıyor.

Riga sokaklarında gezinirken binalardaki estetik yapılanma Alman ve Rus’ları akla getiriyor. Rusların etkisini görmek kaçınılmaz. Riga’nın kaldırımları hakkında da bir kaç şey söylemem gerekiyor sanırım. Kaldırımlar çağdaş görüntüyü yakalayamamış ama temiz. Her yer tertemiz. Çöp veya bir sigara izmariti bulmanız için baya bir uğraş vermelisiniz.

Sokak ve caddelerde sigara içenlerin çokluğuna bakarak sigara içme oranının bir hayli yüksek oluğu kanaatine ulaşmanız mümkün.

Riga’da sokaklarda turistik eşya satan seyyarları da görebilirsiniz. İngilizce bilmeyenler çok. Dil bilmeseniz de pazarlık yapma imkânına sahipsiniz. İnsan bir şekilde anlaşabiliyor. Ama biraz rahat ve istekli olmalısınız.

Bir de bana çok ilginç gelen caddelerin üstünden geçen kablolar. Her yer tel, caddelerin üzerinde bir örümcek ağı gibi örülmüş. Bu tellerin ne işi var diyebilirsiniz. Ama Riga caddelerinden geçen tramvay ve elektrikle çalışan otobüslerin sıklığını görünce bu tellerin neden bu kadar yoğun olduğunu anlıyorsunuz. Elektrikli lastik tekerlekli otobüsler bir hayli yeni. Riga caddelerinden geçen minibüsler de taşımacılıkta ben de varım diyor. Riga etkileyici, Riga tarihi bir kent, Riga köprüleriyle tarihi yapısıyla görülmeye değer…

Cēsis’e…

Polonyalı ve İsveçli ortaklarımızla birlikte bir otobüsle Cēsis’e doğru hareket ettik. Başkent Riga arkamızda kalıyor. Yolun sağı solu sadece yeşil. Bir kartpostal güzelliğindeki yeşillik sizi kendine çekiyor. Başka bir şey görmenize gerek kalmıyor. Ruhunuzu ve fiziki yorgunluğunuzu alıp götürüyor. Gözünüz yeşile kanıyor. Çeşit çeşit ağaçlar var, sarıçiçekli otlar boy gösteriyor. Asfaltlar kısmen bozulmuş. Kasaba ve köylere girildikçe kaldırımın olmadığını görüyorum. Yayalar için bir iki metre genişliğinde asfalt yollar var. Trafik yoğun değil. İnsanlar sakin. Heyecan yok, sessizlik ve sükûneti iliklerinize kadar hissedebileceğiniz yerler buralar.

Cēsis, ilçe merkezi. Başkent Riga’ya yakın. 75 Km uzaklıkta. Hem tren hem de otobüslerle ulaşabilirsiniz. Trafik kuralları burada bir başka sanki, farklı. Yola adımınızı atar atmaz her araba mutlaka duruyor ve sizi bekliyor. Yaya öncelikli bir anlayış. Arabalar ve sürücüleri acele etmiyorlar. Arabalar genellikle yeni. Ama eski modelleri de zaman zaman görebiliyorsunuz. Sürücüler bayan ağırlıklı.

Cēsis’e yakın bir yer olan Priekuli’deki otelimize yerleşiyoruz. Her yer sakin. Otelde ve dışarıda bir tek ses duymuyorsunuz. Kafa dinlemek veya başlanmış bir romanınızı tamamlamak için ideal bir yer diye düşünüyorum.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Comenius proje ortağımız olan Letonya Okulu Cēsu 2. Pamatskola’ya gitmek üzere otobüs durağına gidiyoruz. Saatinden önce gitmemiz gerektiğini, otobüsün beklemeyeceği uyarısı kulaklarımızda. Otobüsler bizim yıllar öncesinde kullandıklarımıza benziyor. Eski, yıpranmış.

Her otobüste biletçiler var. Benim gördüklerim hep bayandı. Boynunda bir çanta, yine boynuna asılı duran bilet tomarları. Parayı alıyor sonra o tomarı döndüre döndüre kaç tane bilet kesilecekse koparıp size veriyor. Herkes bulduğu yere oturuyor. Yer verme yok. Asla verilmemesi gerektiği bize ortaklarımızca hatırlatılıyor. Bizim kültürümüze ters bir durum bu. Ama onlar için önemliymiş, herkes hakkına rıza göstermeliymiş.

Aslında bizi nasıl karşılayacakları duygusuyla otobüsten inip okula doğru yürüyorum. Okul çok güzel. Son zamanlarda yapılmış en güzel okullardanmış. Geniş bir alan üzerinde inşa edilmiş ve ortası bahçe. Bizim eski medreslere benziyor kısmen.

Çocuklar bize bakıyor. Gelenlere yoğunlaşmış bütün gözleri. Gözlerinin içi gülümsüyor. Hepsi karşılaştıklarında sadece “Hello!” diyor. Selamlaşmak istiyor, hatta bir yarış diyebilirim. Ne kadar güzel! Selam verme yarışı bizleri fazlasıyla memnun ediyor. Koridorlarda kiminle karşılaşırsak; öğretmen, öğrenci hep selam veriyor. “Hello” diyor.

Sıcak bir karşılamaydı. Okulun toplantı salonuna girdiğimizde bütün öğrencilerin idareci ve öğretmenlerin bizi beklediklerini gördük. Bizlere hoş geldin programı hazırlamışlardı. Herkeste bir telaş, biraz heyecanın var olduğu gözleniyordu. Sahnede öğrenciler var. Bizlere gösteri yapacakları anlaşılıyor.

Türkiye’den tanıdığım Jolanta sunuculuk yapıyor. Arkadaşım Eyüp Özcan Angın bana anında çeviri yapıyor. İlk önce okul müdürü Ojars Bicans konuştu. Konuşmasında bu organizasyondan duyduğu mutluluğu dile getirdi. İngilizce bilmenin öneminden bahsetti. Size iyi bakacağız, bizden güzel duygularla ayrılacaksınız, dedi.

Bunun akabinde Selçuklu Adnan Hadiye Sürmegöz İlköğretim Okulu müdürü Hacı İbrahim Günden, söz alarak “İnançlarımız, dillerimiz ve ülkelerimiz farklı olsa da kardeşiz…” dedi.

Sahneye çağrılarak Türkiye’den görüntüler eşliğinde tanıştırıldık. Bütün öğrenciler ve öğretmenler bizi ilgi ile takip etti. İşin aslı biraz da gururlandık. Sonrasında şarkılar dinledik çocuklardan ve dans gösterilerini izledik.

Projenin konusu spordu. Her ülkenin oyunu öğretilerek karşılaşmalar yapmak üzere buraya gelmiştik. Her ülkeden gelen altışar öğrenci maçlar için hazırlanmışlardı.

Maçlar başladığında Leton öğrencilerin bizi desteklemesi beni şaşırttı. Birçoğu “Türkiye” diye bağırıyordu sürekli. Bizim öğrencilerimizin yanından ayrılmayan Leton öğrenciler vardı. Bize çok özel davrandılar. Sürekli bizleri memnun etmek için uğraştılar. Maksat maçlardan galip çıkmak değildi zaten. Dostlukların oluşmasıydı. Ve maçlarda dostluk kazandı. Öğrenciler birbirleriyle çok rahat konuşup kaynaştılar. Birbirleriyle anlaştılar, arkadaşlıklarını geliştirdiler. Bir de maçlar esnasında Türk pop müziği yayınlandı salonda. Herkes Türk müziği ile oynayıp eğlendi. Türkiye’de dinlemediğim müzik orada kulağıma hoş gelmedi desem yalan olur.

Öğleden sonra yapılan plan gereği doğal ve çok geniş bir parka gittik. Göz alabildiğine yeşil. Hep birlikte yaptığımız bir gezintiydi bu. Ev sahibi okulun hazırladığı bazı aktiviteler vardı. Ev sahipleri Cēsis’i en güzel şekliyle tanıtmayı amaçlıyordu. Çok uzunca sayılan inişli çıkışlı bu yolculukta, karıncaların oluşturduğu karınca tepesini, gelin mağarasını, aralardan akıp giden ırmağın tabi güzelliğini, bizdeki yoncaya benzeyen ekşimtırak otların tadını ve öğrencilerin farklı şakalaşmalarını gördük. Sonuçta Davaga Nehrinin kenarına ulaştık. Kum burada bir başka sanki. Beyaz ve sadece kum. Davaga Nehri, Baltık denizine doğru akmaya devam ediyor. Tıpkı Baltık denizindeki kahverengiye çalan renk gibi rengi.

Halat çekme yarışından çuval giymeye, voleyboldan futbola, kumda oynamadan kum torbası atmaya kadar birçok aktivite yapıldı. Dört ülkenin çocukları nasıl da kaynaşıverdi hayret! Hele oyun oynarken kulak kesiliyorsunuz çocukların kullandıkları kelimelere: Koş, vur, bas, bana at… Ve diğer dillerde bir sürü kelime. Hiç birisi boşa gitmiyor. Hepsi yerini buluyor. Çünkü hiç analaşmazlık yok. Herkes çok rahat anlaşıp oyunlarını oynuyor. Proje amacına daha ilk gün burada ulaşmış oluyor. Sporun uluslararası bir dil olduğu ve herkesi kaynaştırdığı gerçeğiyle beklenmedik bir durum yaşanıyor.

Kendi kendime gülüyorum. Ayrı diller, farklı ülkeler ama herkes anlaşıyor. Evet, başarıldı işte. Bu çocuklar kendi kültürleriyle, kendi dilleriyle, kendi inançlarıyla oradaydılar ve hiçbir problem yaşanmadan oynuyorlardı. Kullandıkları çocuk diliydi…

Karanlık olmayan geceler

Akşama yakın bir zaman, diyerek cümleme devam etmek istiyorum ama akşamın olup olmadığı noktası karanlık. Yaz aylarında zaten hava çok kararmazmış. Gündüzler uzun, geceler yok denecek kadar azmış. Geceden sonra hafif bir kararma bizdeki akşam ezanı vakti gibi ve gece yarısını geçene kadar aynen devam. Bu mevsimde (mayıs) biraz fazla karanlık oluyor. Bizimle saat farkı olmamasına rağmen yatsı namazı vakti 11,30 gibiydi. Sabah erkenden ortalık aydınlanıyordu.

Bir de güneşin nerden doğup nerden battığı merakımı gideremedim. Sanki uzun süre aynı yerinde duruyor gibiydi. Ve soğuktu. Üşüdüm. Bakıyorsunuz soğuk bir güneş arkasından hemen çiseler düşüyor, bulutların yoğunluğu, soğuk, soğuk…

Okuldaki ikinci günümüzde yine kapıdan girişten itibaren Türkçe “merhaba” sesleri sizi karşılıyor. Sarı sarı çocuklar büyüğünden küçüğüne size doğru dönüyor ve selam veriyor. Gönüllerinde sevgi dolu çocuklar bize gülümsüyor…

Okul müdürü Ojars Bicans’a hediye takdimi için odasına gittiğimizde bizi çok güzel karşıladı. Orada daha önce Hâkimiyet Gazetesindeki proje ile ilgili yazdığım makalemi anlattık. Okul müdürümüz Hacı İbrahim Bey gazeteyi hediye etti. Ojars Bicans çok memnun oldu, gazeteyi hatıra olarak saklamak üzere aldı. Tabi gazeteyi tüm ülkelerden gelen ortaklarımıza verdik. Hepsinin gönüllerinde çok güzel bir yere oturduğunu sanıyorum. İsveç, Polonya ve Letonyalı proje ortaklarımıza Konya’dan götürdüğümüz, Konya’yı anımsatacak hediyelerimizi de takdim ettik. Bir de bütün ortaklarımızın öğrencilerine birer tane bayrağımızı hediye ettik. Bu onların ömür boyu Türkiye’ye olan sevgilerinin nişanesi olarak kalacak ve en nadide bir yerde muhafaza edeceklerinden şüphe etmiyorum. Bir Türkiye dostu olacak, Türkleri seven bir fert olarak ömrü boyunca bizleri unutmayacaklardır.

Cēsis Kalesi

Cēsis sokaklarını adımlıyoruz yine. Sessizlik ve sükûnet var. Cēsis kalesindeyiz. Şehrin en önemli mekânı. Tarih kokuyor. İyi korunamadığı için yıkılan bölümleri var. Son zamanlarda artık sahip çıkılmış. En çok ziyaret edilen yerlerden. Bizdeki kalelere benzer tarafları var. Kuleleri farklı. Çıkışlar bizdeki minarelere çıkılan sistem gibi. Üç katlı kalede zamanının ihtiyaçlarını giderecek bölümler var. Yeşil dokunun içinde yüksekliği ile kendini gösteren kale, en son Ruslar tarafından bombalanarak bir kısmını daha kaybetmiş.

Rehber kız işini özenle yapıyor. İçten davranıyor, gülümsüyor, etkilemeye çalışıyor. Buradan da anlaşılıyor ki Letonya son zamanlarda turizme önem veriyor. Ülkenin tanınmasının en önemli yolu bu. Türkiye’ye gelenlerle karşılaşıyoruz. Türkiye’nin güzelliklerini anlatıyorlar hep. Onlara turizm hizmetlerinin yanında, bizi biz yapan değerlerimizi de verebilsek bize daha çok güvenecekler, daha çok sarılacaklar. Onlar için esas olan özgünlük. Diğer hizmetleri her yerde alabilirler.

Kale gezisi esnasında karanlık alanlar olduğu için bizim “idare” dediğimiz gaz yağı ve fitil ile ışık veren ve bir çerçevenin içinde taşınan el fenerleri vardı. Burada gazyağı yerine mumlar vardı içlerinde. Eğer isteselerdi bir hatla her tarafı aydınlatabilirlerdi. Ama yapmamışlar. İyi de olmuş. Elinizde fenerle karanlıklardan geçiyorsunuz. Eski zamanlara dönüyorsunuz. Aslına uygun davranmaya çalışıyorsunuz… Bizimkilere örnek olabilecek bir uygulama gibi geldi bana. Her şeyde, her yerde teknolojiyi kullanmak doğru olmayabiliyor demek ki!

Kiliselerin kuleleri her yerden görülebiliyor. Şehir temiz. Yerde çöp bulmanız mümkün değil. Onca yol yürüdük bir tek çöp aradı gözlerimiz yerlerde ama yoktu işte! En çok üzüldüğüm nokta da bu oldu. Dinimiz temizliği emrediyor, temiz olmamızı istiyor ama bizler maalesef kirletme yarışındayız. Aynı zamanda utandım halimizden.

Kalenin tamamen restore edilerek sergi alanı olarak kullanılan kısmını da gezdik. Kulenin en tepesine merdivenlerle çıktığımızda yorgunluktan bitmiştik. Cēsis’i seyrettik uzunca bir süre rüzgâr ve soğuk eşliğinde. Yeşil daha güzel görünüyordu buradan. Yeşilin farklı tonlarını hissedebiliyorsunuz. Herkes makineleriyle Cēsis’in güzelliğini hatıraları arasına kaydetme yarışına girdi.

Özgürlüğünü ilan ettikten sonra indirilen Lenin’in heykelini de bir sanduka içinde kalenin bahçesinin uzak kenarına da sergiliyorlar. İnsan nerden nereye demeden kendini alamıyor. Bir zamanların ihtişamlı heykeli bir kenarda bir sandukanın içinde sessiz ve gözlerden uzakta, duruyordu.

Cēsis’teki bahçelerin hakkını vermek gerek. En çok elma ağaçları var. Çiçeğe durmuş, her yer elma çiçeği. Laleler de bahçelerin vazgeçilmezlerinden. Bahçeler duvarsız. Sadece bazen tellerle çevrilmiş bazen de duvar gibi yeşil bitkilerle.

Demirci

Kale içinde eski Leton takılarını sembolik olarak gösteren bir demirci dükkânını ziyaret ettik. Bizdeki körük orda da var. Misafir ülke öğrencileriyle bazı aktiviteler yapıldı. Paranın nasıl basıldığını, evlenenlerin takılarının nasıl yapıldığını, nasıl giysilerin giyildiğini İsveç’ten gelen öğrenci İzabela üzerinde deneyerek uzunca bir zaman orada kaldık. Takıların ağırlığı karşısında insan düşünmeden edemiyor. Bu takıların insana vereceği sıkıntıyı göze alamayanların evlenmekten vazgeçeceği gibi bir muzipçe düşünce geçti içimden.

Eski Leton düğünlerinde giyilen elbiseler görünce Livija’ya sormadan edemedim. Bugün düğünlerde aynı gelenek devam ediyor mu? Hayır, dedi ve devam etti. Örnek fotoğrafları göstereyim. Ama telaşından ya da yoğunluğundan dolayı unuttu.

Halk Eğitim Merkezi

Müzikten nakışa, resimden ipek boyamacılığına, danstan dikişe kadar birçok alanda hizmet veren kurum. Bizdeki Halk Eğitim Merkezleri gibi. Her bir odada ayrı aktivite ve onlarca oda. Kura ile bir aktivite odasına gidildi. Bana ipek boyama çıktı. Resim çizdim sonra onu özenle boyadım. Cēsis’te gülmeyen güneş, adını verdim çalışmama. Aslında dinlenmek için iyi bir imkândı. Gerçi az sonra Livija ya da Jolanta’dan “hadi çabuk ol” uyarısı gelebilirdi. Onlar da haklıydı. Planlarını uygulayacaklardı. Daha kısa zamanda daha çok yer göstermek istiyorlardı.

İşin aslı ben çok beğendim bu merkezi. Bizdekiler de daha fonksiyonel olarak kullanılabilir. Okul öğrencileri de merkeze dâhil edilebilirse çok daha başarılı çalışmalar ortaya çıkabilir. Sanat ruhu geliştirilmiş öğrenciler çoğalabilir…

Leton Aileler

Öğrencilerimiz Leton ailelere akşam yemeği için gidecekleri zamandı. Defalarca uyarımıza bıkıp usanmadan cevap verdi Livija ve Jolanta. Sizi anlıyoruz, Müslümanlığın size verdiği bazı farklıların farkındayız, duyarlılığınıza saygı duyuyoruz. Bunların hepsini Türk öğrencilerin gideceği ailelerle defalarca konuştuk. Bize güvenin. Tereddütlerinizi bırakın. Emin olun her şey sizin istediğiniz gibi olacak. Üç erkek öğrenci bir aile, diğer üç kız öğrencimiz de başka bir Leton aileye misafir oldular. Sadece dört saat kaldılar. Yemek yediler. Çocuklarıyla oyun oynadılar, onların aile yapılarını öğrendiler.

Öğrencilerimiz ailelerin yanındayken bizi de bir çiftliğin tam ortasında olan tabi güzelliklerin olabileceği kadar güzel olduğu bir otelde yemek ikram etmek için davet ettiler. Birlikte tabii güzellikler diyarı diyebileceğimiz ormanlık alana hareket ettik. Farklı görüntüsüyle Davagana ırmağı buradan bir gelin gibi süzülüp ağaçlıklarla sarmaş dolaş uzayıp gidiyordu. Aman Allah’ım bu ne güzellik böyle demekten kendinizi alamıyorsunuz. Sonra sessizliğin içine gömülen otele geldik. Her şey harikaydı. Yemekler bizim yiyeceğimiz türdendi. Türk müziği eşliğinde yemek masasına oturduk. Polonya ve İsveç’ten üçer öğretmen, Türkiye’den dört öğretmen ve Letonya’dan okul müdürü, müdür yardımcısı, teknoloji öğretmeni, Artis, Livija, Jolanta, Yautrite ve birkaç öğretmen daha vardı. Meyveler çaylar derken çiftlik gezisi; atlar, tavşanlar, tavuklar, kazlar, ördekler, yapay göletler, yeşillikler bulanık bulutlar, gülüşen insanlar, dostluklar ve arkadaşlıklar…

Letonya’da Türk Şehitliği

Anlatılmaz bir duygu bu. Bir ülkeye gidiyorsunuz. Çok uzaklarda bir yerde. Osmanlı’nın uğrak vermediği nadir yerlerden. Ve birden sizi olduğunuz yere çivileyen bir ses, bir cümle, bir uyarı duyuyorsunuz. Kulaklarınıza inanamıyor iyice kulak kesiliyorsunuz ve içten samimi bir yankılanma oluşuyor. Gönlünüze yol buluyor. Ilık bir duygu seli damarlarınızda kan oluveriyor.

“Türk şehitliği var.” diyor. Gözlerim kocaman oldu. İçim titredi. Kulaklarıma inanamadım. “Nerde” sorusunu bile soramadım. Belki söyleyeceği bir cümleyi kaçırırım, diye. Türk şehitliği diyor, burada diyor, yakınımızda, diyor. İçimde dayanılmaz bir arzu beliriyor. Gitmeliyim hemen şimdi, derhal.

Letonyalı Livija bizi alıp götürüyor. Yaklaştıkça kalbim küt küt atıyor. Heyecan duyuyorum. Yıllar öncesine gidiyorum. İlayı kelimetullah için binlerce kilometre uzaklara giden, orda kalan, geri dönmeyen dedelerimiz, Osmanlıya… Ta buralara nasıl gelmişler demeye gerek kalmıyor. Osmanlının maslahat için geldiğini söylemeye gerek kalmaz zaten. Kocaman bir bahçe, yeşil hatta yeşil ötesi. Güzel bakımlı ve beni kedine çeken bir fısıldama gibi yüksek ağaçların çıkardığı rüzgârlı ses… Gel, diyor sanki nerde kaldınız? Yıllardır biz burada sizi bekledik hiç arayıp sormadınız. Hatırlamadınız bile. Çoktan unutup gittiniz. Hatta bazılarınız bizden utanır oldu… Utanıyorum. Uğunuyorum, içim daralıyor…

Caddenin başında Türk Mezarlığı yazıyor. Başımı kaldırıyorum bir anıt mezar yüksekçe bir yerde kendilerine yakışır şeklide azametli… Yağmur dökülüyor, rahmet diyorum rahmet. Mübarekler rahmeti çekti. Islanıyorum.

Zamanımız az. Toplantıya katılmamız gerekiyor. Diğer ülkelerden gelenler bizi bekliyor. Kenarına çöküyorum duvarın. İçimden geldiği gibi dua ediyorum. Sessiz bir boşluk belki de hissettiğim. Yıllar öncesinden bir ses, bir imza duruyor karşımda. Gözlerim doluyor. Yağmura karışıyor yaşlarım. Yanımda bekliyor arkadaşlardan bazıları onlar da doluyor. Heyecan duyuyorlar.

Ve Livija, hadi diyor. Yerini öğrendiniz yine gelirsiniz. Bu beni rahatlatıyor. Evet diyorum yarın gelir içeri girip uzunca süre kalırım. Dertleşirim dedelerimle. Dualar ederim, rahmet dilerim, onlarla sohbet ederim, diyorum. Ayaklarım oradan uzaklaşırken gönlüm kaldı orada, şehitlikte, duvarın ötesine geçememiş bedenimin ünsiyet kurarak yanlarına uzandığını hissediyorum. Şehit diyorum, şehitlik diyorum. Rahmet diyorum, rahman diyorum. Cihat diyorum…

Binlerce uzaklardaki yaşadığım bu duygu seli, bana “iyi ki geldin buralara”, dedelerinin varlığını öğrendin. Neler yapmışlar, nerelere kadar gelmişler işte gördün, kendine bir pay çıkarırsın artık, diyor…

Şehir Konseyi

Bir gün sonrası… Başkent Riga’nın 75 km yanındaki Cēsis şehrinin konsey toplantı salonundayız. konsey başkanı Andris Mihalovs konuşuyor kürsüde. Benim aklım hala dünkü kaldığı yerde. Şehitlikte. Birkaç soru yöneltmem gerektiğini düşünüyorum. Konuşmasını tamamlayan başkana sorularımı yöneltmek için izin aldım. Ayağa kalktım. Bütün salon kulak kesilmiş beni dinliyor.

“Türkiye’den geliyorum. Her şeyden önce şehrinizdeki Türk şehitliğinin varlığı ve temizliği beni etkiledi. Özenle bakılmış ve korunmuş olmasından dolayı Türkiye adına teşekkür ederim. Konuyla ilgili bilgi verebilir misiniz? Bir de acaba Bu Türklerin soyu devam ediyor mu? dedim.”

Konsey başkanı Andris Mihalovs soruma cevap olarak söylediklerini dinlerken hüzünle gururu birlikte yaşadım.

“Rusların Plevne savaşında esir etikleri 40000 Türk, Rusya’nın değişik bölgelerinde esir olarak tutmuşlar. Bunlardan 100 kadarı da Cēsis’te zindana atılmış. 1 yıl kadar hapiste tutulduktan sonra serbest kalmışlar. Bir kısmı dönmüşler memleketlerine bir kısmı burada yaşamaya başlamış.

Türkler, çok sevecen insanlardı. Halk ile münasebetleri çok güzeldi. Çalışmaya başladılar. Orada fırıncılık yapıyorlar. Letonyalılara ekmek yapmasını öğretiyorlar. Sonra bir hastalık onları yakaladı. Onlar Müslüman usullerine göre bu alana gömüldüler. Soylarından gelen var mı bilmiyorum…”

Sonra yolumuz şehitliğe. Günlerden Perşembe. Heyecan ve hızla şehitliğin kapısına geldiğimizde tertemiz ve geniş bir alandaki Türk şehitliği ile bir kez daha duygulanıyoruz. Kuran okuyoruz ruhlarına ve dua ediyoruz içten bir yakarışla. Vakit öğle. Pusulamızı çıkarıp yön buluyoruz. Bahçede nazmımızı meraklı gözler eşliğinde kılıyoruz. Belki de bir ilk. Dualarla birlikte gönüllerimiz rahmet doluyor. Yaşlanıyor gözlerim, silmiyorum. Yine gökten rahmet başlıyor. Beni başak iklimlere alıp götürüyor. Osmanlı’yı şimdi daha iyi anladığımı düşünüyorum. Gittiği her yerde sevildiğini, sevdirdiğini, insanlığı öğrettiğini…

Türk şehitliği

Mülkiyeti Cēsis Belediyesine ait olan şehitliğin, mezar alanı 150 metrekare olmak üzere çevresiyle birlikte 3800 metrekare. Geniş ve gösterişli.

1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde yaralanan ve Ruslara esir düşen askerlerimizin bir bölümü o dönemde Rusya içinde yer alan bugünkü Letonya topraklarına getirilmişler. Ancak, gerek yaralarından, gerek hastalıklarından dolayı hepsi bir süre içinde hayatlarını kaybetmiş ve bunlardan bir kısmı Cēsis’teki mezarlığa defnedilmişler.

Oluşumu 1878 yılına dayanan şehitlik, 1937 yılında o dönemde Baltık ülkelerine akredite olan Tallin Büyükelçiliğimizin girişimleri ile bugünkü anıt mezar görünümüyle inşa edilmiş. Mevcut kayıtlara göre burada, isimleri tespit edilebilen 26 şehidimiz yatmaktadır. Her mezar için sembolik olarak üzerinde ay yıldız olan birer taş bulunmaktadır. Cēsis’te toplam 163 şehidin bulunduğu yolunda bilgiler de mevcuttur.

Letonya’ya da akredite Varşova Askeri Ataşeliğimiz ile Letonya Savaş Mezarlıkları Komitesi arasında, şehitliğin bakım ve onarımı, bölgede olabilecek diğer şehit mezarlarının araştırılması ve nakli, mezar inşası konularını düzenleyen bir işbirliği protokolü imzalanmış. Şehitliğin restorasyonu tamamlanmış ve resmi açılışı Milli Savunma Bakanımızın da katıldığı törenlerle, 15 Eylül 2005 tarihinde gerçekleştirilmiş.

Kapının solunda Letonca sağında Türkçe olarak “Türk Erlerinin mezarlığı” yazmaktadır. Ana kapının sağında ve solunda metalden yapılmış Türk Bayrağı var. Kapıyı açıp içeri girdiğinizde karşınızda yüksekçe bir anıt mezar duruyor. Merdivenlerden çıkıyorsunuz sağınızda ve solunuzda orada yatan yirmi altı Türk için üzerlerinde Türk Bayrağı olan taşlar yerleştirilmiş. Güzel ve çekici bir yer. Anıt mezara doğru birkaç adım attıktan sonra tekrar merdivenlerle kitabenin bulunduğu yere çıkıyorsunuz.

Şehitliğin kitabesinde;

Seit Apglabati Turku-Krievu Kara Pie Plevnas

Gusta Kritusie un Cēsis Mirusie 26 Turku Karaviri  1937

 

Burada Türk-Rus Savaşında Plevne’de esir düşüp

Cēsis’te ölen 26 Türk Eri Gömülüdür”   yazılıdır.

 

Mezarın sağında on üç solunda on üç tane Türk’ün adları yazılı kitabeler var:

Olayla ilgili olan savaşı hatırlama da fayda var sanırım. O zaman şehitliğin ne derece önem arz ettiğini pekiştirme imkânımız olmuş olur.

Plevne. Bu kelime çocukluğumuzdan beri kulaklarımızda. Bir de Plevne marşını hatırlarız.

       Kılıncımı vurdum taşa

       Taş yarıldı baştanbaşa

Şanı büyük Osman paşa

Plevne’den çıkmam diyor…

 

 Bunu hangi duygularla söylemek gerek bilmiyorum ama bazı bildiklerimiz bizi geriye tarihimizin derinliklerine, Avrupa’ya hak ve adalet götürdüğümüz yıllara doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Ruslarla tarihimizde defalarca savaşmış bir milletiz. Plevne’de de Ruslar var karşımızda. Bulgaristan sınırları içindeki Plevne bir kahramanlık destanı gibi duruyor önümüzde.

93 harbi; sürekli duyduğumuz ama hakkında malumatımızın olmadığı savaş yani. 93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı padişahı II. Abdülhamit döneminde yapılan bir Osmanlı-Rus savaşıdır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Tuna Cephesi'nde, hem de Kafkasya Cephesi'nde savaşılan 93 Harbi Osmanlı Devleti için büyük bir yenilgiyle sonuçlanmış; hem büyük bir toprak kaybına neden olmuş, hem de Rus ordusunun İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmesiyle sonuçlanmıştır.

Tarih: 1877-1878 Bölge: Plevne Sonuç: Rusların ağır kayıp vererek kazanması

Kaybımız: 7.000 ölü veya yaralı 40.000 esir Ruslar: 34.000 ölü, yaralı veya esir…

İşte bu erler, bu erenler, bu insanlar o savaşta esir edilerek götürülen mücahitler.

Allah rahmet eylesin. Mekânları cennet olsun.

 

--------

 

Comenius projesi açısından baktığımız ve değerlendirdiğimizde Letonya buluşması fevkalade önemli bir açılım sağlamıştır.

Öğrenciler arasındaki kaynaşmanın dil engelini nasıl aştığını birlikte oynadıkları oyunlarda gördük. Farklı kültür, farklı dil, farklı yaşam biçimleri olan öğretmenler arasındaki iletişim görülmeye değerdi doğrusu. Livija’nın çabası, Jolanta’nın içtenliği, Fredrik’in kendine has üslubu ve espritüel davranışları, Petra’nın gizemi, Percy’nin Türk kültürüne yakın davranışları,  Polonya’dan gelen bayanların kendilerine has tutumları, Majina’nın maçlardaki kazanma azminin resmi olan bağırışı, İngilizce öğretmeni… kendi halindeki rahatlığı… Çocuklara sevgiyle yaklaşımda örnek denecek davranışlarıyla Elif, iletişim noktasında fevkalade çaba harcayan Eyüp, tam bir kültür aktarımı hesaplayıcısı Hacı İbrahim…

Leton Okul müdürünün yakınlığı ve okul olarak projeye sahiplenmiş olması ayrı bir önem arz ediyor sanırım.

Ve öğrenciler… Çocuklar…

Onlar gerçekten çok şeye layıklar. Dünya onlar için bir özgürlük ve barış bahçesi olmalı. Toplumların birbirleriyle yaptıkları menfaat çatışmalarında en çok mağdur olanlar. Onlar bu projeyle şunu iyi anladılar sanırım: dünya tek. Bir tane. İkincisi yok ve herkes bu dünyada yaşamak zorunda. Ortak alan yani. Herkes bu alandaki yaşamına kavgasız gürültüsüz devam etmelidir. Çocuklar barışı ve dostluğu çabuk oluşturuyorlar. Birbirlerine ne çabuk bağlanıyorlar.

Bizdik ilk ayrılan Letonya’dan. İsveç, Polonya ve Letonya’dan katılan herkes bizi uğurlamak için Riga hava limanındaydı. Ve valizlerimizi bizi taşıyan otobüsten aldığımızda olanlar oldu. İşte projenin başarı belgesi gibi karşımıza çıkan tablo: gözler nemlendi, sarılmalar, sımsıcak el sıkışmalar ve ve yeniden sarılmalar… Vedalaşırken duygulanan insanlar.

İnsan her yerde insandır. Beş günlük bir beraberlik neticesindeki bu veda sahnesi dostluk ve kardeşliğin ne kadar kolay olduğunu ortaya koyuyordu.

Türk çocuklarıyla sarılıp ayrılan minik yüreklerdi gözlerinden yaşlar akıtan. Beklide bir daha görüşemeyeceği insanlardı bu güzelliği yaşayanlar. Melike, aliye, gökçe, ….

Ve büyükler… Ülke tanıtımı, kültürlerini öğrenme için çok iyi bir fırsattı yaşadıkları. Leton insanının yakınlığı, İsveçli dostların gülen gözleri, Polonyalıların azmi, Türklerin samimiyeti…  

 Bütün bunların harmanlanışı ve bahardaki yeşilin bütün tonlarını barındıran bir insanlık sahnesi, gökkuşağı misali bir aile fotoğrafı belki de bir portre, insanlığa örnek bir portre… Comenius projesi amacının aşan işler başarıyor. İnsanlığı yaklaştırıyor, yakınlaştırıyor gönülleri. Gelecek çok daha güzel olacak.

Sırada İsveç var. Gider miyim bilmiyorum. Gidersem öğrenecek ve yazacak çok şeyim olacak eminim.

Leton, İsveç ve Polonyalı dostlar kalın sağlıcakla, görüşmek üzere. Nasıl olsa dünya hepimizin…

 


Yorumlar - Yorum Yaz
SÖYLEŞİ VE İMZA
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam125
Toplam Ziyaret344157