Polonya
Bilmediğiniz ülkelere yolculuk insana ister istemez heyecan veriyor. Gidince nelerle karşılaşacağınız konusu belki de en çok ilgilendiğiniz taraftır. Gitmeden önce ülke hakkında bilgi toplama gayretiniz de kaçınılmazlardandır.
İstanbul’dan uçağın havlanması ile sadece zamanın geçmesi için beklemekten başak yapılacak bir şey yok. Yanımda getirdiğim kitaplardan birini çıkarıp okumaya başladım. Yemek, çay faslı derken üç saatlik yolculuğun sonuna geldik. Alçalmaya başlıyoruz anonsu ile yere bakıyorum. Yoğun bulutlu olduğundan Varşova’yı net görmem mümkün olmadı. Yere yakalaştıkça yağmurun yoğun olduğunu gördüm.
Varşova havalimanındayız. Pasaport işlemlerinden sonra dışarıya çıktığımızda bizi bekleyen Polonyalı öğretmen Stanislaw Pachulski güler yüzle el salladı. Hoşbeşten sonra elimizdeki valizlerle belediye otobüs durağına yürüdük. Kısa süre beklemenin ardından belediye otobüsü geldi. Otobüs dururken yere yaklaşıyor, adeta alçalıyor. Hareket edince yerden yükseliyor. Bana ilginç geldi. Kendi kendime sakatlar için tasarlanmış olabileceği ihtimali aklıma geldi.
Varşova’da belediye otobüslerinde binince bilet alıyorsunuz. Biletçiler var. Aldığınız bileti aralarda bulunan makinelere okutuyorsunuz. Baya zahmetli bir iş. Yanımdaki arkadaş biraz neşelendi, eskilere gitti. Eskiden otobüs muavinlerinin bizde yaptıkları gibi dedi, gülüştük.
Herkes bulduğu yere oturuyor. Bizdeki büyüğe saygı gereği yer verme olayı yok. Küçük çocuklar otururken ayakta durmada zorlanan yaşlı insanlar titreyerek ayakta bekliyor.
Belediye otobüsünden indikten sonra Olstzyn’e gideceğimiz otobüs durağına gitmek için labirent gibi alt geçitlerden ellerimizdeki valizlere zorlu bir yolculuk yaptık. Sadece merdivenler var. Engellilerin geçeceği bir yapılanma yok. Çok eski olduğu belli olan bu alt geçitten nefes nefese zorlanarak taşıyabildiğimiz valizlerimizle ulaşıyoruz.
Eski bir otobüs bekliyor. Bizdeki 15 sene önce kullanılan otobüslerden. Eğer binemezsek üç saat daha bekleyeceğimizi duyunca ne pahasına olursa olsun binmeyi istiyoruz. Son anda bizi de almaya karar verdiler. Valizlerimizi bagajlara yerleştirildi. Yerlerimize oturduk. Yer falan ayrılmıyor otobüslerde. Bulduğunuz yere oturuyorsunuz. Arkalarda bir yer bulup kendimi atıyorum. Üç saat sürecek bu yolculuk beni yoracağa benziyor. Araba tamamen Polonyalı dolu. Herkes sessiz. Herkes kendi aleminde. Ben de kitabımı çıkarıyorum. Okumaya devam ediyorum. Yolculuk boyunca etrafı da gözlüyorum. Seyre dalıyorum çoğu zaman.
Tepesiz, tümseksiz, alabildiğine uzanan düzlükler... Çok gitmeden bir göle rastlamanız mümkün. Yemyeşil bir buğday denizi uzanıyor gözlerimizin önünde. Arada bir sarı çiçekleriyle kanola tarlalarına rastlıyorsunuz. Sürekli yağmur aldığı için susuzluk problemi yaşanmayan bir tarım yaptıkları kesin.
Muavin gelip bir şeyler söyledi. Aslında İngilizce konuşmadı. Lehçe bir şeyler anlatmaya çalıştı. Para istediği kesindi. Havalimanında bozdurduğum zlotilerden verdim. Gitti. Az sonra tekrar geldi. Elindeki bileti verdi. Biraz sonra videoya bir film koydu. Sonra tekrar arkadan başlayarak kahve ya da çay ister misin, diye sordu. Çay dedim. Bir plastik bardakta çay getirdi. Tadını çözemedim. En sonunda kuşburnu olduğuna kanat getirdim. Oldukça şekerliydi. Yol boyunca azar azar yudumlayarak zoraki bitirdim.
Bir hafta boyunca kalacağımız olstzy’ e geldiğimizde oturmaktan yorulmuş olmanın verdiği rahatsızlık sebebiyle bir oh çektim.
Küçük bir kasaba beklentisiyle geldiğimiz yerin gelişmiş tam bir şehir olduğunu gördüğümde sadece şaşırdım. İkiyüzbin civarında nüfusuyla, şehir içi düzeniyle, yeşilin egemenliğindeki olsztyn, gölleriyle de ünlü. Yüzlerce gölün olduğunu öğreniyoruz. Şehrin içinden akan ırmaklar var.
Gözüm caddede akıp giden arabalara kayıyor. Genellikle yeni arabalar. Bizdeki tanıdık markalarla aynı. Polonya’nın bizden güçlü olmadığını biliyordum. Ama arabaların bu kadar modelli olmasını da anlayamadım.
Oteldeyiz. Odalarımız önceden ayarlandığı için anahtarlarımızı veriyor resepsiyon görevlileri. Resepsiyonda bekleyenler var. Onların bizim çocukları bir hafta boyunca misafir edecek olan aileler olduğunu öğreniyoruz. İngilizce öğretmenimiz Eyüp Özcan Angın aracılığıyla ayaküstü sohbet ettik. Sıcak davrandılar bize. Güler yüzlerini eksik etmediler. Özellikle Türk çocuklarını istemelerinin temelindeki düşüncelerini öğrendik. Daha önce Türkiye’ye gelmişler, çok memnun kalmışlar, Türklerin sıcakkanlı oluklarını gördüklerinden dolayı böyle bir istekte bulunmuşlar.
Öğrencilerimizi ailelerle gönderince biz de arkadaşlarla odamıza çıktık. İyi bir akşam yemeğini hak ettiğimizi düşlündüm. Türkiye’den götürdüğümüz yiyecekleri serdiğimiz gazetelerin üzerine yaydık. Peynir, zeytin, konserve… Güzel bir yemekti. Arkasından götürdüğümüz ketıl ile demlediğimiz çayla çok güzel oldu doğrusu. Yorgunluğumuzu alıp götürdü.
Ünlü astronom Kopernik’in Olstyn’de yaşadığını öğrendik. Otel lobisinden alınan tanıtım rehberinde en çok yer tutan da Kopernik’ti. Gecenin ilerleyen saatinde nasıl geçtiğimi anlamadığım uyku faslından sonra sabah erkenden namaz için kalktık. Gecenin karanlığının geç oluştuğunu, sabahın erkenden aydınlandığını bilmenizde fayda var. Yani gündüzler oldukça uzun. Karanlık çok geç örtüyor Olsty’in üstünü. Pencereye koştum şehri görmek için. Hotel Wileński şehrin merkezinde. Karşımızda büyük bir kilise var. Her saat çan ötüyor. Bankalar var sıra sıra… Karşımızda heybetiyle duran başkanlık sarayı var. Eski şehir kapısının ihtişamlı kapısının üzerindeki kule de “ben buradayım” diye haykırıyor…
Kadınlar yollarda. Saçları küt kesilmiş çoğunun. Kimisi yayan, kimisi bisikletle yollarda. Caddelerde arabalarda sakin bir şekilde yol alıyor. Şehirde bir sükûnet var, sakinlik göze çarpıyor hemencecik. Güzel bir yer; dinlendirici, büyüleyici… İçimden tam roman yazılacak yer, diye geçirirken kilisenin çanları tekrar çalmaya başladı.
Kilise demişken Olstyn’de çok fazla kilise olduğunu söylemeliyim. Her baktığınız yönde kocaman kiliseleri görmeniz mümkün. Polonya’da Katolikliğin yaşandığı en önemli yerlerden birinde olduğunuzu fark ettirircesine çanlar çalmaya devam ediyor. Otelin karşısında akıp giden ırmağın iki yanında uzanıp giden yüksek ağaçlardan gelen kuş sesleri de kulaklarınıza bayram ettiriyor.
Hotel Wileński l yeni restore edilmiş. Güzel bir yer. Sakin, sessiz ve dinlendirici. Cadde üzerinde olduğu için ara sıra sarsıldığını söylemek de mümkün. Size rahatsızlık verebilecek olumsuz bir durum yok. Tekrar gitsem aynı oteli tercih edebilirim. Oldukça rahat ve konfordan da çok uzak değil…
Sabah kahvaltısı için otelin lokantasındayım. Yemekler çeşit çeşit kahvaltılıklar var. Bazıları tanıdık. Ama yemek konusunda bir hayli hassasım. Bu hassaslık belki de helallik noktasında yoğunlaşıyor. Yumurta var, reçel, yağ, bal, sosis, salam… Ben sadece domates salatasından alıyorum. Bir de peynir… sonra çay, bana yetiyor. Bundan sonraki günlerde hep aynı şeyleri yedim. Kahvaltı sonrası dışarıdayız. Letonyalılar kendi minibüsleriyle gelmişler. Bizi de götürdüler okula giderken.
Yağmur yağmış gece. Hava serin. Ah şimdi Türkiye’de olmak vardı dedirtecek kadar serin. Minibüsle şehir içende giderken çok dikkatle bakıyorum sokaklara, geçtiğimiz yerlere. Niyetim okuldan yaya dönmek. Bunu söyleyince dil bilmediğim için kaybolacağımı söyledi arkadaşlar. Zaten ben de kaybolmayı istiyordum. Evet kaybolmak ve şehirde yalnız başına yürümek. Hiç bilmediğim sokaklarda adımlamak. Bu farklılık olurdu benim için. Yoksa şehri anlamam kolay olmazdı. Arkadaşların isteğiyle kaybolmayı başka bir güne erteledim. Sokaklarda dikkatimi çeken bir tabela oldu. “KEBAB” yazıyordu tabelada. Şaşırdım burada Türkler vardı demek ki diye düşündüm.
Ama sokaklarda ilerledikçe bunun böyle olamayacağına kanaat getirdim. Her yerde aynı şey vardı. Kebab yazıyordu. Daha sonra kebab kelimesi in Polonya’da kullanıldığını öğrendim. Bizim bildiğimiz dönerler yapılıyor bu dükkânlarda. Sorduğumuz bir işletmeci kebabın ne olduğunu da bilmiyor. Sadece tavuk döneri gösteriyordu. Evet döneri burada da üstelik her sokakta her yerde kullanılır olmasına sebep olmuşuz. Bizi mutlu ediyor. Bizden bir kelime görmek sevindiriyor.
Okula ulaştığımızda okulun girişinde diğer ülke bayraklarıyla birlikte bizim bayrağımızın da asılı olduğunu görüyoruz. Kapıdan ilk adımı attığımızda masum bakışlı güzel yüzlü sarışın çocukların ilgi odağı oluyoruz. Bize hello, diyorlar gülümsüyorlar, bize yakın olmaya çalışıyorlar…
Oyunların ilk günü için spor salonuna geçiyoruz. Harika bir salon. Dar alanın nasıl genişlediğini burada gördüm. Tribünler portatif, basket potaları kalkıp inebiliyor. Yer genişliyor. Yok yok salonda. Bizde de böyle sahalara şiddetle ihtiyaç var. Eğer öyle bir yapılanma gerçekleşirse sporcuların sağlam şekilde yetişmesi söz konusu olabilecektir, diye aklımdan geçiyor.
Açılış için minik öğrenciler, gösteri gurupları, seremoni hazır. Her ülke öğrenci ve öğretmenleri sırayla geçiş töreni yapılıyor. Biz de bayrağımızla geçiyoruz. İnsana harika duygular yaşatıyor, heyecan tattırıyor.
Çok harika gösteriler yapılıyor. Polonya milli danslarını gösteriyorlar. Ülkeler hakkında İngilizce bilgiler verildi. Slayt gösterileri ile Türkiye ve Konya tanıtıldı. Dışarıda bunları görmek farklı oluyor. İçerdeyken farkında olmadığınız duygular galebe çalıyor. Gurbette olanları anlamak daha kolay oldu benim için. İlk günden memleket özlemi sararsa insanı, yıllarca ne yapar onu varın siz düşünün.
Okul müdürü bayan konuşmasında spor ile milletlerin ve ülkelerin birbirine yakınlaşmasından bahsetti. Bunun güzel bir örneğini yaşadıklarını söyledi… 4 ülkenin kalıcı dostluklar oluşturduğunu, arkadaşlıkların sürekli olacağını söyledi…
Ve bir yıl önce Letonya’da oynanan oyunlar tekrar oynandı. Öğrenciler arasında aynı dili konuşan sevgi dolu bir ortam oluşuverdi. Kullandıkları dil spordu.
Bütün bu faaliyetlerle yorulan vücudumuz dinlenmek istiyordu. Otele ulaşmayı çok istedim. Birazcık kestirmek iyi olacaktı. Oteldeyim tekrar. Yatağıma uzanıyorum. Birden odanın içi aydınlandı. Pencereye koştum. Güneşti gördüğüm. Polonya’da sık görülmeyen güneş. Doyasıya baktım desem yeridir. Bulmuşken bakmalıydım. Güneş şehrin üstüne çok yakıştı. Yeşilin üzerine bir örtü gibiydi. Yeşil daha yeşildi, daha alımlıydı, daha parlaktı… çok uzun sürmedi güneş. Hemen kayboldu. Bir anda benim de yorgunluğum yok oldu sanki. Arkadaşım Yaşar beyin ekmek almalıyız sözüyle caddedeyiz. Resepsiyondan öğrendiğimiz bir markete doğru yürüyoruz…
Hava hala soğuk, bahar yeni gelmiş buraya. Bunu elmaların yeni açmış çiçeklerinden anlıyoruz. Markete girdiğimizde ekmek reyonuna yöneldik. Onlarca çeşit ekmek var. Fiyatı da bizdekiyle aynı. Bir kaç ekmek alıyoruz sonra su reyonuna gidiyoruz. İki çeşit su var. Gazlı ve gazsız. Biz gazsız olanını arıyoruz. Su fiyatları da bizdeki ile aynı. Tekrar aynı yoldan geri dönüyorum. Kimse bakmıyor. Kimse sizin yabancı olduğunuzu bakarak söylemiyor. Herkes kendi dünyasında…
Odaya geldiğimde pencereyi açıyorum. Tertemiz bir hava soluklanıyor. Yağmur başladı. Güzel yağıyor, inip yağmurda gezmek isteğinden kurtuluyorum. Genellikle yağmur yağarmış zaten. Her çıkışımızda şemsiyemiz yanımızda…
Dik çatılı evlere bakıyorum. Islaklık hissi veren kiremitler dikkatimi çekiyor, etkileyici buluyorum… Yine gazeteler üzerine yaydığımız yiyecekleri yiyoruz, muhabbet ortamı odamızdan dışarı taşıyor.
Resepsiyona inip Türkiye’de ne var ne yok öğrenmek istiyorum. Gündem o gün farklı olmuş. Sporla çok ilgim yok ama bütün haberler aynı: Bursa şampiyon. Konyalı olmam sebebiyle Konya gazetelerine bakıyorum yerel gündem için: Konya galip…
Sabah. Pencereden yine puslu havanın kasvetini duyumsuyorum. Sanki bulutlar yere doğru yaklaşmışlar da bulutların uç kısımları toprakla buluşmuş gibi. Kahvaltıdan sonra tekrar okul yolundayız. Letonyalıların minibüsü bizim işimize çok yaradı. Yine caddelerde tanıdık tabela avında gözlerim: Kebab, sagleb, bankalar, şirketler, market zincirleri…
Ve bir Pazar görüyorum. Bizdeki gibi. Gelip gezmeye karar veriyorum. Satıcılar ve alıcılar doldurmuş Pazar yerini.
Okul temiz, güzel ve sakin. Öğrenciler teneffüslerde dışarı çıkmıyor. Koridorlarda bulduğu yere oturuyor. En seçkin yerde bir büst var: Leon Kruczkowski (1900-1962) merak ettim.
Bir sınıfa daldım. Yerler parke kaplı. Sınıf sade. Abartılı olmaktan uzakta. Bir tahta. Öğrenciler için hazırlanmış dolaplar. Öğretmen kürsüsü. Bizdeki gibi teknoloji çok kullanılıyor değil. Öğretmenler kendi hallerinde. Sıralar ve sandalyeler. Öğrenci sınıftan çıkarken kendi oturduğu sandalyesini masanın üzerine kaldırıp öyle gidiyor. Kıyafet tamamen serbest. Rengarenk giysilerle cıvıl cıvıl öğlenciler. Sınıflar kalabalık değil. Gerçi nüfusla ilgili bir durum ama yine de çok yoğunluk yok diyebilirim.
Minik denecek kadar küçük bir kantin var hemen koridor boşluğunda. Sınıf kapıları yeşil ve açık yeşil boyalı. Kapılar uzun zamandır kullanıldığını haykırıyor. Öğrenciler kapıdan sınıfa girerken bizim gibi vurarak giriyor. Bizdeki gibi zil çalıyor. Zille birlikte koridor boşlukları öğrencilerle ve fırlattıkları çantalarla dolup taşıyor…
Ben de oturuyorum onların yanına. Dil bilmemek kaynaşmaya engel olmuyor. Bana İngilizce çat pat bir şeyler söylüyorlar. Kaynaşıyoruz. Etrafım sarılıyor bir anda. Birlikte fotoğraflar çektiriyorum. Bundan mutlu oldukları davranışlarından belli oluyor. Çocuk her yerde çocuk düşüncesi ve sözünün ne kadar doğru ve yerinde olduğunu yaşıyorum. Aslında onların yakınlıkları hoşuma gidiyor. Zil çalınca herkes anında sınıflarına gidiyor. Oyalanmak yok. Hemen arkalarından görevli temizlikçiler koridor boşluğunu temizliyor. Okulun nasıl temiz tutulduğunu böylece anlıyorum.
Saat 10.00. Olstyn başkanlık sarayının meclis salonundayız. Öğretmenler ve öğrenciler masanın etrafında yerlerini alıyorlar. Fotoğrafçılar ve kameramanlar çekimler yapıyor. Başkanın yanında eğitim müdürü, müfettiş ve okul müdürü oturuyor.
Başkan hem vali hem belediye başkanı görevi yapıyormuş burada. Bir görevli bütün işleri devlet adına yürütüyormuş. Seçimle geliyormuş. Başkanlık sarayı gerçekten gösterişli bir bina. Başkan konuşmaya başladı:
-Hoş geldiniz. Hava güzel değil ama gülümsemeniz iyi hava getirecek diye başladığı konuşmasında Olstyn ile ilgili bilgi verdi: 174.000 nüfuslu bir şehir. 40000 öğrencisi olan bir üniversitenin şehirlerinde olduğunu söyledi. Bölgelerinde endüstri olmadığını, tarımın ön planda olduğunu buna rağmen çok büyük lastik fabrikasının var olduğunu, tarım makinelinin üretildiğini, mobilya üretiminin olduğunu ve turizm çalışmalarının arttığını öğreniyoruz. Kültüre değer verdiklerini söylerken Kopernik ile ilgili bilgi ve bulguların araştırılmasına ve tanıtılmasına önem verdiklerini de söyledi. Kopernik ile ilgili mezar araştırmalarının ve kullandığı eşyaların müzede sergilenmesi için çalışmalarının sürdüğünü ifade ederken bu bölgenin en çok övünülecek konusunu da ortaya koymuş oluyordu: Kopernik.
Nicolaus Copernicus (d.1473 - ö. 1543). Gökbilimci. 19 Şubat 1473 yılında Torun'da (Polonya) doğan Kopernik temel eğitimini tamamladıktan sonra 1492 yılında Krakov'daki okula devam ederek matematik ve astronomi konularında uzmanlaştı. 1494 yılında evine dönen Kopernik, başpiskopos olan amcasının tesiriyle dini eğitim için İtalya'ya gitti. Orada gökbilimci Domenico Noworra (1454-1504) ile beraber çalıştı. 1497'de memleketine dönüp, kilisede görev aldı fakat bu uzun sürmedi, 1501'de hukuk fakültesine devam etmekte iken, tıp fakultesine başlamak için tekrar İtalya'ya geri döndü. Burada çalışmalarına devam etti.Daha sonra amansız bir hastalığa yakalandı ve tedavi olmaya başladı.
Kopernik, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri kuralını açıklamıştır. Heliosentrik (helios=gr. gunes) teori bugün Kopernik teorisi olarak da adlandırılır. Yeni astronominin kurucusu kabul edilen Kopernik, ileri sürdüğü fikirleri ancak ömrünün sonlarında açıklayabilmiştir. Sebepleri ise kendisinin bunların doğru olduğuna yeterince emin olmaması ve din adamı olması sebebiyle kiliseden çekinmesidir. O dönemin Hıristiyan din adamlarına göre İsa Mesih güneşe sabit durması için emir vermişti ve güneş de sabit durmaktaydı. Yine genel inanca göre dünya düz tepsi gibiydi. Aksini düşünenler ise cehennemlikti. O dönemde, kiliseye karşı çıkan insanların ateşte yakılmasına hükmedilirdi.
Ömrünün sonlarına doğru sağlık problemleri yaşayan Kopernik'in bu din adamlarından korkusu kalmamıştı. Artık fikirlerini rahatça açıklayabilir, yazdığı kitabını ortaya çıkarabilirdi. Papa'ya kitabını göndererek şu mektubu yazdı: "Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden, başladığım hususlardan vazgeçmeye niyetlendiğim olmuştur. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı tenkit edenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim..."
Kopernik en önemli eserinde "De revolutionibus orbium coelestium" heliosentrik teorisini detaylı anlattı. 1540'ta ise butün fikirlerini içine alan kitabın basılması için müsaade çıktı. Astronom, doktor ve papaz olan Kopernik, Yunanlı astronom Batlamyus'un yanlış olan teorisini dünyaya anlatarak bilime büyük hizmette bulundu. 24 Mayıs 1543 yılında Frombork'ta öldü. (Vikipedi)
Olstyn’de yaşamış olması burada bir evi kullanması Koprnik’e sahiplenmelir için yetiyor. Kopernik ile ilgili hediyelik eşyanın çokluğundan bunu anlamanız mümkün; Kopernik baskılı şapkalar, tişörtler, bandanalar…
Başkan Türklerden tarafa dönerek Türkiye’den bir voleybolcuları olduğunu bu şehirde oynadığını ve yaşadığını söyledi. Voleybol ve hentbol takımlarının önemli olduğunu dile getirmekten geri kalmadı.
Başkanın Kopernik baskılı tişörtleri bizlere hediye etmesinin arkasından başkanla bir miktar görüşme imkânı buldum. Kendisine Türk bayraklı rozeti takmak istediğimde çok memnun kaldı ve salondaki alkışlar eşliğinde yakasına taktım. Türklere olan ilgisi bariz bir şekilde ortadaydı. Sonra caddenin az aşağısındaki otelimize doğru yürüdük.
Bugün gezi için ayrılmıştı. Otelin önünde bekleyen otobüsteki yerimizi erkenden aldık. Önlerden bir yer benim için çok iyi olacaktı. Giderken gözlemlerimi gördüklerimi yazabilirdim. Göller bölgesine gidecektim. İrili ufaklı üç bin gölün varlığını duyunca şaşırdım. Demek ki bizimle kıyas edilemeyecek kadar suya sahiplerdi. Bir saate yakın bir beklemenin sebebini anlatayım ilk önce. Herkes otobüste yerini aldı. Derken bir polis ekibi geldi. Arabanın her yerini kontrol etti. Frenlerinden sileceklere kadar. İçeriyi de kontrol etmekten geri kalmadılar. Yazdılar çizdiler vakit uzadıkça uzadı. Gezi için prosedürün böyle olduğunu duyunca kızmaya hakkımız olamadığını düşündük. Yani her şeyi ile hazır olan araç son anda polis tarafından en ince detayına kadar kontrol edilip yola öyle bırakılıyor. İnsana hayatına ne kadar önem verdiklerinin anlatmak için başka argüman kullanmaya gerek kalmıyor. Bir de benim ülkem diye başlamak geçiyor içimden. Her şeyde belki Polonya’dan daha öndeyiz, daha ileri ve daha güçlü. Ama insan ve hayatına saygı konusunda yarışma dışıyız. Aynı şeyleri trafik kurallarını kullanmada da söyleyebilirim. Bizim kuralsızlığımıza inat kurallara aşırı bağlılık gördüm Polonya’da.
Bölgeye hareket ettiğimizde özet kelimelerle şifreleyecek olursak manzarayı; Yeşil, mavi, kırmızı… Ağaçlar otlar, göl ve gök yüzü, dik çatılı evlerin kiremitleri…
Yollar çok bakımlı sayılmaz. Ama duble yol yapım çalışmalarının sürdüğünü ara ara görmek mümkün. Kalem gibi düz çamların eşliğinde yol uzayıp gidiyor. Hava yine kapalı. Yağmur indi inecek derken yağmur kaçıncı kez tekrar başladı. Yolların dar oluşunu arkadaşımız Stanislaw Pachulski Pachulski etraftaki ağaçları kesmemek için dar kaldığını söyledi. Bana ilginç geldi elbette. Ağaç kesmemek için yolun yönünü değiştiriyorlar.
Ormanın boşluklarında buğday tarlalarına, kanola ekili alanlar uzayıp gidiyor. Sarı çiçekleriyle yeşil denizinin ortasında farklı bir görüntüyü zihninize kazımakla kalmayıp fotoğraf çekmeye devam ediyorum…
Ormanın içine kaydığında gözlerim, toprak görmenin imkânsızlığını anladım: Her yer yeşil, otlar, çalılıklar…
Avrupa’da bir köy görmek güzel olacaktı. Bizdeki köylerin hali belli. Avrupa’da hep duyduğumuz köy nasıldı acaba?
Reszel, bir köy. Avrupa köyü. Otobüsümüz köye giriyor. Yollar asfalt, temiz ve düzenli. Şehirden farksız. Hatta köyün meydanı bile var. Yanılmadığımı gördüm. Avrupa’da köy kavramı böyleydi demek ki. Küçük şehir denebilir belki de. Böyle köyde nasıl yaşanmaz ki. Bizde düzenli köyler olsa şehirdeki insanların çoğu köye döner diye düşünüyorum. Göl kenarında ormanın yanında, dümdüz arazide her şeyi bahçende yetiştirebileceğin bir yer benim için sadece özlem dolu bir nostalji…
Köyün yakınındaki bir kasabadayız. Burada Katolik kilisesini göreceğiz. İstanbul’da birkaç kilise görmüştüm. Ama buradaki farklı. Çok gösterişli. Özel bir yermiş. Katoliklerin özel bölgelerinden biri de denebilir. Święta Lipka.
Barok usulü bir yapıyla avlusundaki onlarca heykel ile ve iç tezyinatı ile dikkatleri üzerinde toplamayı başaran bir bina. Freskler rengârenk. İlk defa kilise müziği ile tanıştım. Bir ayin vardı. Rahip kürsüden konuştu, dua etti. Sonra giriş kapısının üzerindeki İsa ve Meryem ana heykellerinin altın sarısı heykelleri hareket etti. Herkes seyretti. Sıralarda oturdum. Sonuna kadar izledim. Polonyalı ve Almanlar vardı içerde. Bir de bizim ekip gelince kocaman kilise doldu. Kilisede ayin icra edilirken dört bir yanını dolaştım. Kilse ile ilgili bilgileri de tazelemiş oldum.
Yolculuk devam etti. Hedef Hitler’in savaş esnasında konakladığı yer. Ormanın içi. Hala sivrisinek kaynıyor ormanın içi. O dönemde nasıl yaşadıkları merakı kafamda oluşuyor. Sığınaklar var. Üç sene burada kaldığı söyleniyor. Mussolini ile burada buluşmuş. Savaşı buradan yönetmiş. Suikasta burada uğramış. Bu yerden Berlin’e döşettiği demir yolu ile sürekli gidip gelmiş. Sığınakların sayısı çok fazla. Duvarların kalınlığı anlatmak zor. Demirler kullanılmış o dönemde beton bloklar oluşturulmuş. Düzenlene suikasttan farklı yere oturduğu için kurtulmuş. Bu sebeple ordusundaki yüzlerce insanı ve komutanı burada kurşuna dizdirmiş. Ve suikastta patlayan bombanın yerler bir ettiği mekândayız. O zamandan kalan bloklar orada burada saçılmış durumda. Bu önemli yer (önemsiz de denebilir) çok iyi korunmamış. Bakımsızlık var. Bu kadar yoğun turist çeken bölgenin iyi bir getirisi olduğunu da düşünürsek Polonya’nın buraya daha fazla ilgili davranması beklenir. Ama özellikle bu şekilde tutuyor da olabilir. Almanların sürekli İşgal etmelerinin verdiği bir bıkkınlık denebilir.
Sinek saldırıları eşliğinde gezdiğimiz kamptan sonra birkaç kasaba ve köye uğradık. Akabinde Niegocin Gölüne geldik. Buradaki plan, bir yat gezisiydi. 4 ülkeden öğrenci ve öğretmenler yatla ortasında büyük bir ada bulunan gölü bazen yağmurlu, bazen sakin ama yoğun bulutlu havada turladık. En güzeli de buydu. Dinlendirici ve harika bir manzaranın içinde bir parçaymış gibi hisle eğlenceliydi. Öğrencilerimizin de beğenisini kazandı. Balık avlamayı ne çok isterdim anlatamam.
Gölün ortasındaki ada ve gölün etrafı yemyeşil. Öyle ki gölün rengi ağaçların etkisiyle yeşile dönmüş gibiydi.
Bu doyumsuz gezinin son anında bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru seyretmenin zevkine vardık. Gölün yüzeyi yağmurla hareket ediyormuş, sevinç titreşimleri yayıyormuş gibi dalgalanıyordu. Sonra hafifleyen yağmur altında her yer su olmuş çimlerin içinden otobüsümüze koştuk. Yol belliydi. Geldiğimiz yere gere dönüyorduk. Dönüş yolunda yağmur hız kesmeden devam etti. Bizim içim fazla gibi görünene yağmur Polonyalılar açısından normal ve sıradandı. Yol boyunca öğrenci ve öğretmenler kendi dillerinde şarkılar söylediler, eğlendiler…
Ertesi gün okulda ülkelerin oyunlarının maçları vardı yine. Bizim öğrenciler heyecanlıydı. Tribünler “Türkiye” sesleriyle inliyordu. Polonyalı öğrencilerin Türklere olan ilgileri üst düzeyde. Dağıttığım Türk bayrakları ellerinde duramamacasına bağırıyorlardı. Bu duruma Polonyalı öğretmenler bile şaşırdı kaldı.
Konya’dan giderken götürdüğüm peynir şekerleri (Mevlana şekeri demiyorum) tribündeki herkese ellerimle dağıttım. Öğretmeninden öğrencisine herkese ikram etmenin ayrı bir güzelliği vardı. Bu davranışımız bile onların bize olan liglerinin katlanarak büyümesine sebep oldu sanırım.
Çocukların gözlerinin içi gülüyordu. Öğretmenlerinin diğer ülkeler lehinde tezahürat yapmalarını istemeleri yankı bulmadı. Maçlar boyunca hep “Türkiye” sesleri yankılandı salonda, okulda…
Arkadaşların uyarısına rağmen okuldan arkadaşım Yaşar beyle erken çıktık. Niyetimiz kaybolmaktı şehirde. Kaybolmak, dolaşmak, çok yorulmak ve bir taksiye binip otele gitmek… Bunların hiç birisi olmadı. Caddelerinde adımlarken gördüğüm manzara ve insan resimleri hep aynı: şehir sessiz, sakin, gürültüsüz ve herkes kendi haline…
Ne kadar güzel, diyorum içimden. İnsan sayısı çok yoğun değil caddelerde. Arabalar çeşit çeşit, rengarenk ve çok yeniler. Özelikle Skoda marka otomobiller yoğunlukta. Yine pazarın yanından geçtik bu defa boştu. Kopernik heykelinin yanındayız. Turistler özellikle Almanlar dolaşıyor etrafta. Biz de fotoğraf çektiriyoruz Kopernik ile…
Olstyn’deki son günümüz. Sabah Letonyalıların minibüsüne binmedik. Yaya düştük yollara. Bundan çok memnun kaldığımızı okula ulaşınca anladık. Farklı caddelerden yürüdük. Pazar yerine ulaştığımızda pazarın kurulu olduğunu gördük. Pazara daldık. Pazar bizdekilerle aynı. Eski satanlar var. Sebze meyveler var, giyecek kırtasiye… her şey var. Pazarı baştan sona iki kez gezdik. Sebzelerden çok farklı olanlara rastlamadım. Bizdekilerin aynısı mevcut. Fiyatlarda aynı nerdeyse. Birkaç pazarlık denedik. Sonuçta bir şey almadan çıkarken birçok fotoğraflar çekerek okulun yoluna düştük.
Okula ulaştığımızda kapanış törenlerinin hazırlıkları sona ermişti. Konuşmalar, madalyalar ve kupalar derken hazırlanan programın ne kadar güzel olduğunu vurgulamam gerekiyor. Her şey düşünülmüş, yerli yerinde planlanmıştı.
Artık ayrılık vaktiydi. Öğrencilerin sevgi dolu bakışlarının eşliğinde sallanan eller ve duygusallıkların yaşandığı ortamdan ellerimizde çantalarımız şehir gezisi için okuldan ayrıldık. Belediye otobüsü ile şehir merkezine ulaştık. Artık dört ülkeden proje ortakları aynı tip tişörtlerle şehrin caddelerinde geziyoruz. Şehrin önemli ve görülmesi gereken yerleri gezdiriliyor bize tek tek. Satanislw pahulski mihmandarlığında gezimiz devam etti.
Bir gösteri izleyeceğimizi söylediler. Kopernik merkezine gittik. Girişler ücretliydi. Kopernik ile ilgili bilgilerin ve belgelerin ulunduğu bir gösteri merkezi de denebilir. Işıklar söndü. Sessiz bir atmosfer gök kubbedeki yıldızların sanal olarak oluşturulduğu bir gösteri. Harikaydı. Hatta yorgunluk sebebiyle uyumak için harika bir ortamdı. Uyuyan arkadaşlarım oldu. Dinlendirirciydi. Kopernik’in çalışmalarının gösterildiği bir gösteriydi bu. Evrenin düzeninin yaratılmışlığı haykırdığını bir kez daha ibretle izledim. Evet, sadece ne yücesin ey yaratıcı! Demekten kendimi alamadım. Yıldızlar, güneş sistemi ve sapmayan yanılmayan sistem devam eden sistem. Kudret sahibi Allah’ım biz aciz kullarını sevdiğin muhakkak. Bunca sistemi, nizamı bizim için var ettin sonsuz şükürler olsun…
Tarihi binalar görüyoruz şehirde. İlgi çekici yapılar mevcut. Şehrin siluetini oluşturan katedraller gözden kaçmıyor. Şehrin caddelerinde gezinirken şehrin yine sessiz, sakin, durağan ve uyumlu oluşunu bir kez daha gördüm.
Varşova
Otele gidip valizlerimizi tekrar hazırlama zamanı. Sabah dönüş var. Yolculuk için bizi yolcu etmeye öğretmenlerden çoğu arabasıyla geldi. Otobüs durağına kadar bizleri götürdüler. Aileler de çocukları getirdiler. Vedalaşma anı duygusaldı. Aileler, otobüs hareket edinceye kadar beklediler. Sallanan eller eşliğinde üç saatlik otobüs yolculuğu başladı. Varşova’ya gidiyoruz. Bir gün kalacağız. Yine yeşilin içindeki yolculuk yaşandı. Yine yorulduk. Ama sonunda Varşova’dayız tekrar. Şehrin girişinden itibaren dikkatlerden kaçamayan bir şey var. Demiryolu ağı. Tramvaylar işliyor sürekli. Çok eski görünüyor arada biri yenileri de görmek mümkün. Ulaşım problemi demiryolu ile çözülmüş olduğu anlaşılıyor. Vakit bulsam tramvaya bineceğim. Ama bakalım. Yolculuk için belediye otobüsleri, dolmuşlar da mevcut. Biz ilk bindiğimiz yer olan Ruslardan kalma kültür sarayının arka bahçesine gidiyoruz. Garaj anlayışı bizden farklı. Çok estetik değil. Bizdeki köy otobüslerinin durduğu garajlar bile buradan daha düzenli ve güzel.
Yahya Kemal Beyatlı, 1926'da Varşova ortaelçiliğine atanmıştı. 1927 yılında bu şehirdeki (olumsuz) izlenimlerini Kar Musikileri adlı şiirinde dile getirdi:
KAR MÛSIKÎLERİ
- Varşova 1927 -
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!
Bizi gezdirecek kişiyi bekliyoruz. Bir genç geldi. Merhaba, dedi. Kendini tanıttı:
Cevahir Üçüncüoğlu. 23 yaşında, aslen Trabzonluymuş, İstanbul’da yaşıyormuş. En son geçen yaz memlekete gitmiş. İki fakülte birden okuyormuş. Dünyada çok ülke gezdiğini anlatıyor. Esrarengiz bulduğu yerlerden bahsediyor, Polonya’da mutlaka Krakov’un görülmesi gerektiğini söylüyor. Krakov güneyde, Varşova’ya bir hayli uzakta. Krakov’a gitme planım suya düştü. Artık sadece Varşova’yı gezebileceğim. Açıklığımızı söylüyorum. Ana caddelerden birindeyiz. Bir Türk lokantasına giriyoruz. Evet, kebab yazıyor. Dönerler tavuk ve et olarak iki ayrı köşede. Çocuklara ne yiyeceklerini soruyorum. İskender diyorlar. Aynen bizdeki gibi. Dükkanı işleten arkadaşla konuşmak istiyorum. Yanına gidiyorum. Ali Berkal, Tokat Zile’den. 36 yaşında. 12 saat çalışıyormuş. Ne yapalım diyor ekmek parası diye ilave ediyor. Aldığını soruyorum, şükür diyor. İşletmede kaldığı için yetiyormuş para. Kiralar pahalı burada diyor. Bir de kira versek işimiz zor diyor…
Yemeklere bakıyorum: Türk yemekleri. Ciğer, şakşuka, çoban salata, dolmalar…
Yemeklere ilgi nasıl diyorum. Müşterilerimiz Polonyalı diyor. Burada yemek kültürü yok, biz öğretiyoruz bunlara diyor. Ben dükkâna bakıyorum, kaldırımlarda ve içerdeki masalarda Polonyalılar var. Alışmışlar. Çok sevmişler Türk yemeklerini. En çok da döner satılıyormuş. Tutulmuş Polonya’da. Biz de döner yiyelim ama nasıl kesiyorsunuz, demeden de duramıyorum. Müslüman bir şirket kesiyormuş etleri. Helal gıdaya uygunmuş. Bütün Müslüman işletmeciler buradan alıyormuş. İçimiz rahat etti. dürüm yedik biz de. Bizdeki gibi az değil dürümler. Bir tane yiyince doyuruyor. Ayran içiyoruz yanında. Sonra da olmazsa olmaz çay geliyor bize. Kendimiz Türkiye’de hissediyoruz bir anda… Çok var mı diyorum kebapçı. Ooo çok var. Çok da tutuldu, diyor. Dükkanda her milletten çalışanlar var. Polonyalılar da mevcut çalışanlar arasında. Hesap ödemek için kasaya gittiğimde, size biraz ikramımız olsun diyor ve parayı ona göre alıyor. Memnun kalıyoruz. Tekrar Varşova’ya yolum düşerse uğrayacağım. Sizin de yolunuz Varşova’ya düşerse Türk kebapçılardan rahatlıkla yiyebilirsiniz…
Yemekten sonra sırada Kültür sarayı var. İlginç bir yapı. 44 katlı. 1955’te Stalin tarafından Polonya’ya hediye edilmiş. Polonyalılar bu binaya çok sıcak bakmıyorlar ama işin aslı gösterişli bir bina. Polonya’nın başkenti Varşova’da daha ilginç bir binaya rastlamadığımı söylemeliyim.
Binanın 32. Katına asansörle çıkıyoruz. Tabi buraya çıkışın bir ücreti var. Baya da önemli bir para. 7 Euro ödeyip asansörle birkaç dakikada çıktığınız binadan Varşova’yı 360 derece seyretme imkanınız oluyor.
Şehrin yeşillikler içinde olduğunu söylemeliyim. Bir de Vistula Irmağının şehri ikiye böldüğünü ve üzerinde onlarca köprünün varlığını da dile getirmek gerekiyor. Bazı köprüler gerçekten gösterişli. Hatta Avrupa futbol şampiyonası için yapılan stadyum görünüyor ve bu gösterişli köprüden geçmeyi gerektiriyor…
Yine aynı yönde farklı bir bölge sizi kendine çekiyor. Burasının eski şehir olduğunu birazdan gideceğimizi öğrenince biraz daha yoğunlaşıp seyrettim. Modern binalar yükseliyor dört bir yanda. Ama şu gerçeği de vurgulamadan geçmeyeceğim. Binaların gösterişi itibariyle Türkiye’den ilerde olmadığını, hatta Türklerin buralarda yaptıkları binaları sattıklarını ve güzel alımlı apartmanlar diktiklerini de öğreniyorum…
Kültür sarayı
Financial semtinde bulunan Kültür ve Bilim Sarayı, ülkenin dikkat çeken binalarından biri..
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin, Varşova’ya gelmiş, “Nazilere karşı savaşımınızdan dolayı size bir armağan vermek isteriz. Kentinize metro mu istersiniz, yoksa kültür merkezi mi?” demiş. Halkoylaması yapılmış, %70 küsur oy “metro” demiş. Sonra, Stalin kültür ve bilim merkezini uygun gördüğünden, 3 yılda inşa edilen 44 katlı “Kültür ve Bilim Sarayı” bir zamanlar, kentin en yüksek binasıymış. Şimdi ise iş merkezi gökdelenlerinin arasında kalmış neo-klasik anıt yapı, komünist hayat tarzının yüceliğini, bireyin ise önemsizliğini tüm heybetiyle vurguluyor. Gerçi yeni yapılan, parası olan bireyi önemseyen yapıların arasında şimdi biraz köhne, biraz bakımsız eski zamanlardan kalan masum bir hatıra gibi görünüyor.
Eski şehir
Yine asansörle indik. Şimdiki istikametimiz Varşova’nın eski yerleşim yeri. Minibüsteyiz. Kaldırımların her tarafı park yeri. Bunu beğenmedim işin aslı. Bu yönüyle bize benziyorlar. Arabalar burada da yeni, modelli. En pahalı ülkelerden biri olarak duyduğum Polonya bile bizim kadar pahalı değil. Şaşırıyorum. Bizdeki pahalılığın nedenini düşünüyorum.
Polonya’da yiyecek sıkıntısı çekebilirsiniz. Ama tanıdık firmalar burada da var: Real, Tesko, Carfour…
Stare Miasto (Eski Şehir) (Old Town), Varşova Vistüla Irmağı’nın kıyısında kurulmuş. Ortaçağda, kente yapılan saldırılardan korunmak için yığma tuğladan yapılmış kalenin, şehre giriş kapısı 30 derecelik açı ile açılmış, anıtsal “Barbakan” bir Ortaçağ yapısı. Krallığın başkentini 13. yüzyılda Krakow’dan Varşova’ya taşıyan Kral III. Zygmund, Vistül Irmağı kıyısına yeni mazbut “Kraliyet Sarayı”nı yaptırmış. Şu anda Kraliyet Meydanı’nda kralın heykeli bir sütunun üzerinde duruyor. 1944 yılında halk ayaklanması sonucu, çok sayıda Yahudi’nin yaşadığı Eski Şehir civarındaki Getto, Alman ordusunun bombardımanı, tank saldırısı sonucu yerle bir edilirken, Eski Şehir’in de yüzde 90’ı harabe haline gelmiş. Bu bölge savaştan sonra küllerinden doğmuş. Yapıların kurtarılabilen projeleri sayesinde sarayın, kiliselerin ve konutların taşları/tuğlaları dâhil tüm elemanları aynı yerine konularak yeniden inşa edilmiş.
Bugün, UNESCO’nun korumasında olan tarihi bölgede yapıların duvarlarındaki kurşun izleri halen durmakta. 1939–1945 yılları arasında 800.000 Varşovalı hayatını kaybetmiş, Meçhul Asker Anıtı önünde de her gün anma töreni yapılmaktaymış. Bir de her yerde Polonyalı şairlerin, bilim adamlarının, din adamlarının, savaş kahramanlarının hatıralarını canlı tutan, efsaneleri canlandıran heykeller epey fazla. Varşova heykellerin şehri de diyebiliriz.
Eski Kent (Old Town), hediyelik eşya alışverişi için en uygun yer. Cadde gerçekten harika. Trafiğe kapalı. Meclis binası ve bakanlıkların bulunduğu caddede insanların yoğunluğu gözden kaçmıyor. Üst düzey yöneticilerin öldüğü uçak kazasının etkisi hala sürüyor. İnsanlar meclis binasının önünde gösteri yapıyorlar. Hükümetin başarısızlığını protesto eden guruba kimse karışmıyor. Meclis binasını önüne cumhurbaşkanı için çiçek bırakıp mum yakmaya devam ediyorlar. Caddede kuzeye doğru ilerliyorum. Kiliseler var. Bir de ilginç bir şekilde meydanda guruplar gösterilerini yapıyorlar. Yardım isteyen davranışlarıyla dinletiye devam ediyorlar. Bisikletle gösteri yapanlardan at arabasıyla gezi yapanlara kadar çok çeşitli aktiviteler mevcut. Savaşlardan kalan kuruşuna dizilen yerlerdeki kurşun izleri korumaya alınmış gibi görünüyor. Yahudilerin yaşadığı mahalleye doğru indikçe Vistula nehrinin manzarasını seyretmeniz mümkün. Parklar dolu. Banklar dinlenen insanlarla süslü. Tam bir tarihi şehir havası var eski şehir bölgesinde. Çok sık polis görmediğimi de belirtmeliyim.
Gezmek için sakin bir yer. Gezerken çok zorlanmayacağınız bir yer Varşova. 1 Zloti 2 TL. Paramız onlara göre değerli. 1 Zloti 4 Euro. Bir düğüne rastladım aynı gün. Kilisenin önünde herkes sıraya durmuştu. Gelin ile damadı tebrik ederek çiçek sunuyorlardı. Büyük küçük herkesin elinde demet demet çiçek vardı.
Yine bu gezi enstantanelerinin değişmezi panolardaki tepki faaliyetleriydi. Kültürel sanatsal faaliyetlerde yapılıyor buralarda…
Akşam yaklaşınca yemek için bir vakfa gidiyoruz. Tanıdık bir isim: Mevlana Vakfı. Bina merkeze çevrilmiş durumda. Cuma ve bayram namazları kılmak için salon mescide çevrilmiş. Mihrabı ve minberi var. Yemek ikram ettiler, yedik. Oradaki dostlarla konuştum. meridyen eğitim kurumları var. bu kuruma bağlı ilk okul, orta okul, lise ve üniversite olduğunu duyunca şaşırdım. İlköğretim de125 öğrencinin 22 tanesi Türk’müş, diğerleri yabancı. Lisede 101 öğrencileri okuyormuş. Vistula üniversitesinde ise 3200 öğrenci okuyormuş. Vistula üniversitesinin sosyoloji, ekonomi, bilgisayar, turizm ve otelcilik ve dört dilde filoloji eğitimi veriyor. Genel müdür yardımcısı en iyi 35. Üniversite olduklarını söylerken gözlerinin içi gülüyor. Ben çok anlam veremediğimi anlayınca da Varşova’da 325 özel üniversitenin varlığından söz ediyor.
Üniversite ücretleri AB üyesi devlet vatandaşları için 1000 Euro, diğer ülke vatandaşları için 3000 Euro olduğunu öğreniyorum. Barınma için ayrıca masraf gerekiyor tabi.
Okullarda İngilizce ağırlıklı eğitim veriliyor. Ana ders öğretmenleri Türklerden oluşuyor. Lehçe verilmesi gereken dersler Polonyalı öğretmenler tarafından veriliyor. Azerbaycan ve İtalyan büyükelçilerinin çocuklarının kendi okullarında okuduklarını söylüyor. Devlet okullarının çok kaliteli eğitim verdiğini de ilave ediyor.
150 civarında öğretmen ve öğretim üyesini barındırdıklarını söylerken Polonyalıların Türklere saygılı olduklarını ve sevdiklerini de dile getiriyor.
Türk öğrencilerin kaldıkları bir eve gidiyoruz. Buğra Selçuk, Malatyalı filoloji de okuyor. İsmail Şahin Buluç, İzmir’den gelmiş. Bilgisayar okuyor. Erzurum’dan gelen Abdi Gül uluslar arası ilişkilerde okuyor. Arif Batu da Manisalı. Burak Çelebi Denizlili. Mehmet Haşim Bilir Hataylı.
Evleri çok güzel ve geniş. Evlerinde her şey var. Biz gelince çok memnun kaldılar. Hatta mutlu olduklarını söyleyebilirim. Memleket meselelerinden haberdarlar. Her şeyi yakından takip ediyorlar. Bizimle ülke meseleleri üzerine konuştular. Kiraların yüksekliğinden şikâyetçi olduklarını da söylemeliyim.
Polonya’ya geldiklerinde fazla sıkıntı yaşamamışlar. Sadece dil ve yiyeceklerde zaman zaman problem yaşamışlar. Bunun da normal olduğunu söyleyerek Türkiye’den öğrencilerin gelip okuyabileceklerini ve rahat edeceklerini söylüyorlar.
Polonya’nın iyi ve kötü taraflarını anlatıyorlar. Derken çay faslı ve gecenin sonu…
Uyuyoruz.
Sabah erkenden Cevahir bizi almaya geldi. Bu defa hedefimizde Vistula Üniversitesi var. Üniversiteye ulaştığımızda gösterişli bir bina ile karşılaşıyoruz. Üniversitenin ve lisenin kısımlarını gezdik. Güzel ve ferah bir mekan. Farklı milletlerden öğrenciler var. Ebru kursları bile varmış…
Kütüphane, spor salonu, tenis kortları, basketbol sahası ve bilgisayar laboratuarını içinde barındırarak 20 bin metrekare arazi üzerine inşa edilen 25 bin metrekare kapalı alana sahip kampüsü ile öğrencilerin her türlü sosyal ihtiyaçlarını karşılayan Üniversite, şehrin metro hattı üzerindeki Metro İstasyonuna çok yakın olduğu için ulaşım sıkıntısı yaşamıyorlarmış. Birçok ülkeden öğrenci öğrenim görmekte ve farklı milletlerden üniversite hocaları ders vermekte.