• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/profile.php?id=666228323
  • https://twitter.com/durancetin
Site İçeriği

Kültür Dünyamız videoları
Duran Çetin
durancetin@hotmail.com
DİYARBAKIR GEZİ YAZISI
23/11/2025

BİR KEZ DAHA DİYARBAKIR

Surlarda Bir Edebiyat Yürüyüşü

Öğleden önce Dağkapı’dan içeri giriyorum. Güneşle parlayan Diyarbakır Surları’nın üzerinde yürümeye başlıyorum. Burası dünyanın uzunluğu ve korunmuşluğu bakımından ikinci büyük suru (Çin Seddi’nden sonra). Ama benim için en önemlisi bu taşların her birinin bir şairin, bir düşünürün dizelerinde yaşaması.

İlk durak Keçi Burcu. Burçtan baktığımda aşağıda Ulu Cami’nin kurşun kubbesi, minaresi ve avlusu bütün ihtişamıyla duruyor. Tam bu noktada Cahit Sıtkı Tarancı’nın sesini duyar gibi oluyorum:

“Burçlarda dolaşırdı çocukluğum

Keçi Burcu’nda saklambaç oynardık

Şimdi ne burçlar aynı ne biz…”

Keçi Burcu’ndan Yedi Kardeş Burcu’na doğru yürüyorum. Rüzgâr surların arasından uğulduyor. 1940’larda Ahmet Arif burada askerlik yapmış, bu taşların dibinde nöbet tutmuş. Yıllar sonra yazdığı o meşhur dizeler burada doğmuş olmalı:

“Diyarbekir kalesinden notlar gönderiyorum

Duvarlar kara yazmalı, taşlar kızıl İçimde bir taş var, Diyarbakır taşı…”

Öğle ezanı şehrin üzerinde yankılanınca namaz kılacak bir yer aradık. Yol bizi Mervani Camiye götürdü. Dağkapı Burcu’ndaki mescit 10-11. yüzyıllarda Diyarbakır’da hüküm süren Mervaniler tarafından inşa edilmiş. 1011-1061 yılları arasında Mervaniler’in yöneticisi olan Nasirüddevle Ahmed, şehrin muhafazasından sorumlu askerlerin ibadetlerini yapabilmeleri için 1056’da bu mescidi yaptırmış. Cumhuriyet Dönemi’nde kapatılan mescit 2014 yılında tekrar ibadete açılmış. Etkileyici bir yapısı var. Her tarafı surlardaki taşlardan yapılmış. Namazdan sonra camiden aşağıya dik taş merdivenlerden inip caddeye doğru yürüdük. Müzik ve insan sesleri birbirine karışıyor. Oğlum Enes ve eşi Merve köşedeki dükkân önü künefecisinin yanında durup seslendiler. Birlikte künefe yedik ayak üstü. Güzeldi… Trafiğe kapalı caddeyi adımlayıp Ulu Cami’ye ulaşıyoruz. 1091’de yapılmış bu cami, Anadolu’nun en eski camilerinden. Avluya adım atar atmaz zaman duruyor. Ortada şadırvan, etrafta onlarca insan. Kimisi namaz kılıyor, kimisi gölgede oturmuş çay içiyor, kimisi de turistlere rehberlik ediyor.

Avlunun kuzey köşesinde, taş duvarın dibinden yürüyerek dar sokaklara açılıyoruz oğlum Enes’le. Daha önce buraları gezdiği için bana mihmandarlık yapıyor:

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder Dante gibi ortasındayız ömrün…” diye mırıldanıyor.

Cahit Sıtkı’nın Evi

Ulu Cami’nin arka sokağından 3-4 dakika yürüyünce kendinizi Cahit Sıtkı’nın doğduğu evde buluyorsunuz. 1910 doğumlu şairin bu dört katlı siyah-beyaz bazalt taş evi şimdi müze. Müze kartımızla içeri girer girmez zaman makinesi çalışmış gibi oluyor. 1. Katta aile fotoğrafları, şairin çocukluk eşyaları var. Zaman birçok şey gibi eşyalarımızı ve kullandığımız oyuncakları da değiştirmiş diye düşünmeden edemiyorsunuz. 2. kata çıkınca al yazması defterleri, daktilosu, “Otuz Beş Yaş”ın ilk baskısını görüyorsunuz ve o döneme doğru zihinsel bir yolculuk yapıyorsunuz. Kitabının ilk baskısını gördüğünde ne kadar sevinmiştir diye iç geçiriyorsunuz. Hatta ilk kitabım “Bir Kucak Sevgi” basıldığında aynı duyguları kendim bizzat yaşadığım için geçmişteki yaşananları daha rahat anlıyorum. Ve şairin İstanbul’daki odasının birebir kopyası karşısında zamanla birlikte siz de donup kalıyorsunuz.

Cahit Sıtkı’nın bu evde doğduğunu, bu sokakta büyüdüğünü ve 1956’da İstanbul’da öldüğünde cenazesinin buraya getirildiğini öğreniyorum. Kabrinin Mardinkapı Mezarlığında olduğunu da…

Ziya Gökalp Müzesi

Cahit Sıtkı’nın evinden çıkıp 50 metre ileride Ziya Gökalp’in doğduğu eve varıyoruz. Edebiyata ilgisi olan oğlum Enes bana yine mihmandarlık yapmaya devam ediyor. İki düşünür ve şair, aynı mahallede, aynı sokaklar arasında büyümüş. Galiba Diyarbakır’ın mayası böyle, diyerek daha önceki izlenimlerini aktarıyor.

Ziya Gökalp Müzesi daha sade ama çok daha derin. Alt katta: Türkçülüğün Esasları’nın el yazmasını gördüm. Üst katta ise hapishane günlerine ait notlar, Malta sürgünü mektupları ziyaretçilere geçmişten göz kırpıyor. Belki de en çarpıcı köşe: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dizelerinin yazıldığı defter oluyor.

Mihmandarım Enes: “Ziya Gökalp burada doğdu, ama Diyarbakır’ı hiç unutmadı. Ölmeden önce ‘Beni Diyarbakır’a gömün’ demiş.” diyerek Ahmet Arif Edebiyat Müze Kütüphanesinden söz ediyor. “Bu memleket bizim Bu memleket bizim…” şiirinden dem vuruyor…Üç büyük şairin yan yana yattığı yer Mardinkapı Mezarlığından bahsediyor. Oraya da uğrayalım diyerek bir istekte bulunuyor.

Yoruldum ama içim dolu. Tekrar Ulucami önündeyiz. İnsanlar kahve çay eşliğinde sohbet grupları oluşturmuşlar… Gelinim Merve “Babacığım buraya gelip de kahve içmeden gedersek olmaz.” diyor. Bizi Hasanpaşa hanına götürüyor. Han hıncahınç dolu. Sohbet muhabbet devam ediyor. Kahvelerimizi sohbet eşliğinde yudumluyoruz. Kahvemin yudumlarken şu cümle kendiliğinden dökülüyor: Diyarbakır’a gelirseniz sakın acele etme. Burada taşlar konuşur, sokaklar şiir okur, surlar hâlâ nöbet tutar. Cahit Sıtkı’nın çocukluğu, Ziya Gökalp’in hayali, Ahmet Arif’in öfkesi hâlâ bu sokaklarda dolaşır. Yeter ki yavaş yürü, yeter ki dinle.

Yemek vakti geldiğinde Ulu Cami’nin hemen arkasındaki dar bir sokakta bulduk kendimizi: Xale Meheme Ciğercisi. Oğlum Enes eşi Merve ile istişare ettikten sonra tereddüt etmeden duman ve ızgara kokulu dar sokağın sonunda yıllardır varlığını koruyan mekâna gittik. Masaya oturduk ama gözüm ocak başında…   Masaya bol soğanlı salata, tırnak pide ve ayran konuyor. Bir süre bekledikten sonra o meşhur kuzu ciğeri önümüzde… İlk lokmada ciğer eriyor, ikinci lokmada “Ben niye daha önce gelmemişim?” diye kendime kızıyorum. Xale Meheme’de ikindiden sonra öğle yemeği yedik ama ciğer sadece kahvaltı değil; Diyarbakır’la sabah sabah sözleşmek demekmiş. Sizlere masada değil ocak başına oturup sıcak sıcak yemenizi tavsiye ederim. Bir kez daha yolum Diyarbakır’a düşerse kesinlikle ocak başında yiyeceğim.

Sonra tekrar dar sokaklar arasında kaybolurcasına alışveriş için dalıyoruz. Gelinim bir kefiye alıp bana hediye ediyor. Sonra dostlar için hediyelik kahve satın alıyoruz. Yine Merve geç kalmadan 10 güzlü köprüyü de görelim diyor. Arabamızı park ettiğimiz yerden alıp yola koyuluyoruz. Karşımızda On Gözlü Köprü, aşağıda Hevsel Bahçeleri…

Köprüye vardığımızda trafik yoktu. Dicle Nehri, yaz sonunun düşük suyuyla yavaş yavaş akıyor, köprünün on gözü de suyun üstünde tarihin tapusu gibi duruyor. Arabayı köprünün hemen başındaki cadde üzerinde bir yere park ettim.  Taşlar gündüzün sıcağıyla hemhal olmuş durumda. Köprünün tam ortasına geldiğimde durdum. Sağımda Hevsel Bahçeleri altın rengine boyanmış, solumda Diyarbakır Surları uzanıyordu. Rüzgâr sert esiyor, Dicle’nin kokusu burnuma doluyordu. O an Ahmet Arif’in dizeleri kulaklarımda çınladı:

“Dicle üstünde bir köprü On gözlü, on gözlü Her gözünde bir acı Her gözünde bir umut…”

Köprüyü yaya olarak baştan sona yürüdüm. Eşim, oğlum Enes ve gelinim Merve ile birlikte hatıra fotoğraflarının objesi olduk. Her gözün altında ayrı bir tarih yatıyordu: Selçuklu ustaları 1065’te başlamış, Artuklular tamamlamış, Osmanlı onarmış, Cumhuriyet restore etmiş… Taşların üstünde hâlâ Artuklu işlemeleri, Selçuklu aslan kabartmaları seçiliyor.

Bugün surlarda başlayan yürüyüşüm, Dicle’nin üstünde bitti. Cahit Sıtkı’nın çocukluğu, Ziya Gökalp’in hayali, Ahmet Arif’in öfkesi… Hepsi bu köprünün altında, bu nehrin içinde akıyor. On Gözlü Köprü’nün üstünde geçirdiğim 20 dakika günün en ağır, en güzel anıydı.

Diyarbakır’a gelirseniz sakın acele etmeyin. Köprüyü yaya geçin, taşlara dokunun, rüzgârı içinize çekin. Çünkü bu şehir, ancak yavaşlayanlara açarmış kendini.

Sadece rüzgâr ve su sesi Diyarbakır’ın en güzel şiirini bizlere fısıldarken bizim yola revan olma vaktimiz gelmişti. On Gözlü Köprü’nün yanından yola devam edip bir başka köprüden Dicle’nin karşı yakasına geçtik. Dicle Üniversitesi kampüsü yolundan sola kıvrıldım, tabelada “Kocaköy 67 km” yazıyordu. Akşam serinliği bastırmıştı, yol bomboş. Radyoyu kapattım, camları açtım. Üniversitenin yanından geçerken sol tarafta yeni yapılan kampüs camisinin minareleri göğe yükseliyordu…

 



70 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Güzel Okuldan Güzel İnsanlar Yetişti 1 - 10/08/2024
Çocukken ayrıldım köyümden. Daha yaşım 1o bile olmamıştı.
KELAMDAN KALBE - 31/01/2024
Susmak...
ELVEDA HAYAT - 23/01/2024
Bir dedem vardı hayat dolu, öldü...
DİZİ OYUNCUSU GİBİ - 23/09/2023
Hesabını veremeyeceğimiz bir hayat yüktür.
NEDEN DİYE SORMAK GEREKİR - 11/09/2023
Neden? Bunca yolsuzluk neden? Dönen dalavereler neden?
FİRENİ PATLAMIŞ GENÇLİK - 29/08/2023
Lise eğitimi zorunlu hale getirildikten sonra iş çığırından çıkmış halde freni patlamış bir gençlik yetiştirmeye devam ediyor.
ETON KOLEJİ - 24/08/2023
Bir okul düşünün, ülke yönetimine gelenlerin çoğu orada yetişsin. Ülke entelektüellerinin tamamına yakını oradan mezun olsun. Sanatçılar, yazarlar, kültür adamları, bürokratlar…
PATATES KRİZİ - 03/08/2023
İlk insan ilk peygamber Hz. Âdem ve oğulları
MÜSRİF ADAM - 31/07/2023
Giysilerin en güzeli olan takva elbisesidir. İnsanın süsüdür, gönlünün aydınlığıdır…
 Devamı
SÖYLEŞİ VE İMZA
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam213
Toplam Ziyaret384561