
Duran Çetin
durancetin@hotmail.com
DİYARBAKIR GEZİ YAZISI
23/11/2025 BİR KEZ DAHA DİYARBAKIR Surlarda Bir Edebiyat Yürüyüşü Öğleden önce Dağkapı’dan içeri giriyorum. Güneşle parlayan
Diyarbakır Surları’nın üzerinde yürümeye başlıyorum. Burası dünyanın uzunluğu
ve korunmuşluğu bakımından ikinci büyük suru (Çin Seddi’nden sonra). Ama benim
için en önemlisi bu taşların her birinin bir şairin, bir düşünürün dizelerinde
yaşaması. İlk durak Keçi Burcu. Burçtan baktığımda aşağıda Ulu
Cami’nin kurşun kubbesi, minaresi ve avlusu bütün ihtişamıyla duruyor. Tam bu
noktada Cahit Sıtkı Tarancı’nın sesini duyar gibi oluyorum: “Burçlarda dolaşırdı çocukluğum Keçi Burcu’nda saklambaç oynardık Şimdi ne burçlar aynı ne biz…” Keçi Burcu’ndan Yedi Kardeş Burcu’na doğru yürüyorum. Rüzgâr
surların arasından uğulduyor. 1940’larda Ahmet Arif burada askerlik yapmış, bu
taşların dibinde nöbet tutmuş. Yıllar sonra yazdığı o meşhur dizeler burada
doğmuş olmalı: “Diyarbekir kalesinden notlar gönderiyorum Duvarlar kara yazmalı, taşlar kızıl İçimde bir taş var,
Diyarbakır taşı…” Öğle ezanı şehrin üzerinde yankılanınca namaz kılacak bir
yer aradık. Yol bizi Mervani Camiye götürdü. Dağkapı Burcu’ndaki mescit
10-11. yüzyıllarda Diyarbakır’da hüküm süren Mervaniler tarafından
inşa edilmiş. 1011-1061 yılları arasında Mervaniler’in yöneticisi olan
Nasirüddevle Ahmed, şehrin muhafazasından sorumlu askerlerin ibadetlerini yapabilmeleri
için 1056’da bu mescidi yaptırmış. Cumhuriyet Dönemi’nde kapatılan mescit 2014
yılında tekrar ibadete açılmış. Etkileyici bir yapısı var. Her tarafı surlardaki
taşlardan yapılmış. Namazdan sonra camiden aşağıya dik taş merdivenlerden inip caddeye
doğru yürüdük. Müzik ve insan sesleri birbirine karışıyor. Oğlum Enes ve eşi
Merve köşedeki dükkân önü künefecisinin yanında durup seslendiler. Birlikte
künefe yedik ayak üstü. Güzeldi… Trafiğe kapalı caddeyi adımlayıp Ulu Cami’ye ulaşıyoruz.
1091’de yapılmış bu cami, Anadolu’nun en eski camilerinden. Avluya adım atar
atmaz zaman duruyor. Ortada şadırvan, etrafta onlarca insan. Kimisi namaz
kılıyor, kimisi gölgede oturmuş çay içiyor, kimisi de turistlere rehberlik
ediyor. Avlunun kuzey köşesinde, taş duvarın dibinden yürüyerek dar
sokaklara açılıyoruz oğlum Enes’le. Daha önce buraları gezdiği için bana
mihmandarlık yapıyor: “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder Dante gibi ortasındayız
ömrün…” diye mırıldanıyor. Cahit Sıtkı’nın Evi Ulu Cami’nin arka sokağından 3-4 dakika yürüyünce kendinizi
Cahit Sıtkı’nın doğduğu evde buluyorsunuz. 1910 doğumlu şairin bu dört katlı
siyah-beyaz bazalt taş evi şimdi müze. Müze kartımızla içeri girer girmez zaman
makinesi çalışmış gibi oluyor. 1. Katta aile fotoğrafları, şairin çocukluk
eşyaları var. Zaman birçok şey gibi eşyalarımızı ve kullandığımız oyuncakları
da değiştirmiş diye düşünmeden edemiyorsunuz. 2. kata çıkınca al yazması
defterleri, daktilosu, “Otuz Beş Yaş”ın ilk baskısını görüyorsunuz ve o döneme
doğru zihinsel bir yolculuk yapıyorsunuz. Kitabının ilk baskısını gördüğünde ne
kadar sevinmiştir diye iç geçiriyorsunuz. Hatta ilk kitabım “Bir Kucak Sevgi”
basıldığında aynı duyguları kendim bizzat yaşadığım için geçmişteki yaşananları
daha rahat anlıyorum. Ve şairin İstanbul’daki odasının birebir kopyası
karşısında zamanla birlikte siz de donup kalıyorsunuz. Cahit Sıtkı’nın bu evde doğduğunu, bu sokakta büyüdüğünü ve
1956’da İstanbul’da öldüğünde cenazesinin buraya getirildiğini öğreniyorum. Kabrinin
Mardinkapı Mezarlığında olduğunu da… Ziya Gökalp Müzesi Cahit Sıtkı’nın evinden çıkıp 50 metre ileride Ziya
Gökalp’in doğduğu eve varıyoruz. Edebiyata ilgisi olan oğlum Enes bana yine
mihmandarlık yapmaya devam ediyor. İki düşünür ve şair, aynı mahallede, aynı
sokaklar arasında büyümüş. Galiba Diyarbakır’ın mayası böyle, diyerek daha
önceki izlenimlerini aktarıyor. Ziya Gökalp Müzesi daha sade
ama çok daha derin. Alt katta: Türkçülüğün Esasları’nın el yazmasını gördüm. Üst
katta ise hapishane günlerine ait notlar, Malta sürgünü mektupları
ziyaretçilere geçmişten göz kırpıyor. Belki de en çarpıcı köşe: “Vatan ne
Türkiye’dir Türklere ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”
dizelerinin yazıldığı defter oluyor. Mihmandarım Enes: “Ziya Gökalp burada doğdu, ama
Diyarbakır’ı hiç unutmadı. Ölmeden önce ‘Beni Diyarbakır’a gömün’ demiş.”
diyerek Ahmet Arif Edebiyat Müze Kütüphanesinden söz ediyor. “Bu memleket bizim
Bu memleket bizim…” şiirinden dem vuruyor…Üç büyük şairin yan yana yattığı yer Mardinkapı
Mezarlığından bahsediyor. Oraya da uğrayalım diyerek bir istekte bulunuyor. Yoruldum ama içim dolu. Tekrar Ulucami önündeyiz. İnsanlar
kahve çay eşliğinde sohbet grupları oluşturmuşlar… Gelinim Merve “Babacığım buraya
gelip de kahve içmeden gedersek olmaz.” diyor. Bizi Hasanpaşa hanına götürüyor.
Han hıncahınç dolu. Sohbet muhabbet devam ediyor. Kahvelerimizi sohbet
eşliğinde yudumluyoruz. Kahvemin yudumlarken şu cümle kendiliğinden dökülüyor: Diyarbakır’a
gelirseniz sakın acele etme. Burada taşlar konuşur, sokaklar şiir okur, surlar
hâlâ nöbet tutar. Cahit Sıtkı’nın çocukluğu, Ziya Gökalp’in hayali, Ahmet
Arif’in öfkesi hâlâ bu sokaklarda dolaşır. Yeter ki yavaş yürü, yeter ki dinle. Yemek vakti geldiğinde Ulu Cami’nin hemen arkasındaki dar
bir sokakta bulduk kendimizi: Xale Meheme Ciğercisi. Oğlum Enes eşi Merve ile
istişare ettikten sonra tereddüt etmeden duman ve ızgara kokulu dar sokağın
sonunda yıllardır varlığını koruyan mekâna gittik. Masaya oturduk ama gözüm
ocak başında… Masaya bol soğanlı salata, tırnak pide ve
ayran konuyor. Bir süre bekledikten sonra o meşhur kuzu ciğeri önümüzde… İlk
lokmada ciğer eriyor, ikinci lokmada “Ben niye daha önce gelmemişim?” diye
kendime kızıyorum. Xale Meheme’de ikindiden sonra öğle yemeği yedik ama ciğer
sadece kahvaltı değil; Diyarbakır’la sabah sabah sözleşmek demekmiş. Sizlere
masada değil ocak başına oturup sıcak sıcak yemenizi tavsiye ederim. Bir kez
daha yolum Diyarbakır’a düşerse kesinlikle ocak başında yiyeceğim. Sonra tekrar dar sokaklar arasında kaybolurcasına alışveriş
için dalıyoruz. Gelinim bir kefiye alıp bana hediye ediyor. Sonra dostlar için hediyelik
kahve satın alıyoruz. Yine Merve geç kalmadan 10 güzlü köprüyü de görelim
diyor. Arabamızı park ettiğimiz yerden alıp yola koyuluyoruz. Karşımızda On
Gözlü Köprü, aşağıda Hevsel Bahçeleri… Köprüye vardığımızda trafik yoktu. Dicle Nehri, yaz sonunun
düşük suyuyla yavaş yavaş akıyor, köprünün on gözü de suyun üstünde tarihin
tapusu gibi duruyor. Arabayı köprünün hemen başındaki cadde üzerinde bir yere
park ettim. Taşlar gündüzün sıcağıyla
hemhal olmuş durumda. Köprünün tam ortasına geldiğimde durdum. Sağımda Hevsel
Bahçeleri altın rengine boyanmış, solumda Diyarbakır Surları uzanıyordu. Rüzgâr
sert esiyor, Dicle’nin kokusu burnuma doluyordu. O an Ahmet Arif’in dizeleri
kulaklarımda çınladı: “Dicle üstünde bir köprü On gözlü, on gözlü Her gözünde
bir acı Her gözünde bir umut…” Köprüyü yaya olarak baştan sona yürüdüm. Eşim, oğlum Enes ve
gelinim Merve ile birlikte hatıra fotoğraflarının objesi olduk. Her gözün
altında ayrı bir tarih yatıyordu: Selçuklu ustaları 1065’te başlamış, Artuklular
tamamlamış, Osmanlı onarmış, Cumhuriyet restore etmiş… Taşların üstünde hâlâ
Artuklu işlemeleri, Selçuklu aslan kabartmaları seçiliyor. Bugün surlarda başlayan yürüyüşüm, Dicle’nin üstünde bitti.
Cahit Sıtkı’nın çocukluğu, Ziya Gökalp’in hayali, Ahmet Arif’in öfkesi… Hepsi
bu köprünün altında, bu nehrin içinde akıyor. On Gözlü Köprü’nün üstünde
geçirdiğim 20 dakika günün en ağır, en güzel anıydı. Diyarbakır’a gelirseniz sakın acele etmeyin. Köprüyü yaya
geçin, taşlara dokunun, rüzgârı içinize çekin. Çünkü bu şehir, ancak
yavaşlayanlara açarmış kendini. Sadece rüzgâr ve su sesi Diyarbakır’ın en güzel şiirini
bizlere fısıldarken bizim yola revan olma vaktimiz gelmişti. On Gözlü Köprü’nün
yanından yola devam edip bir başka köprüden Dicle’nin karşı yakasına geçtik.
Dicle Üniversitesi kampüsü yolundan sola kıvrıldım, tabelada “Kocaköy 67 km”
yazıyordu. Akşam serinliği bastırmıştı, yol bomboş. Radyoyu kapattım, camları
açtım. Üniversitenin yanından geçerken sol tarafta yeni yapılan kampüs
camisinin minareleri göğe yükseliyordu… |
|
|
Yorumlar |
| Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
| Güzel Okuldan Güzel İnsanlar Yetişti 1 - 10/08/2024 |
| Çocukken ayrıldım köyümden. Daha yaşım 1o bile olmamıştı. |
| KELAMDAN KALBE - 31/01/2024 |
| Susmak... |
| ELVEDA HAYAT - 23/01/2024 |
| Bir dedem vardı hayat dolu, öldü... |
| DİZİ OYUNCUSU GİBİ - 23/09/2023 |
| Hesabını veremeyeceğimiz bir hayat yüktür. |
| NEDEN DİYE SORMAK GEREKİR - 11/09/2023 |
| Neden? Bunca yolsuzluk neden? Dönen dalavereler neden? |
| FİRENİ PATLAMIŞ GENÇLİK - 29/08/2023 |
| Lise eğitimi zorunlu hale getirildikten sonra iş çığırından çıkmış halde freni patlamış bir gençlik yetiştirmeye devam ediyor. |
| ETON KOLEJİ - 24/08/2023 |
| Bir okul düşünün, ülke yönetimine gelenlerin çoğu orada yetişsin. Ülke entelektüellerinin tamamına yakını oradan mezun olsun. Sanatçılar, yazarlar, kültür adamları, bürokratlar… |
| PATATES KRİZİ - 03/08/2023 |
| İlk insan ilk peygamber Hz. Âdem ve oğulları |
| MÜSRİF ADAM - 31/07/2023 |
| Giysilerin en güzeli olan takva elbisesidir. İnsanın süsüdür, gönlünün aydınlığıdır… |
Devamı |